"Enter"a basıp içeriğe geçin

Gözlerim ve Yaşamın Gerçekleri

İlk defa kendimi de konunun merkezine alarak yazıyorum. Ben de bu toplumun parçası, acılarını ve sıkıntılarını yaşayan biriyim.

Gözlerim birkaç yıldır sorunlu ve her geçen gün olumsuza doğru gidiyor. Bir yıldan fazla bir süre gittiğim ve bana/gözlerime “katarakt” teşhisi koyan doktorun, “ameliyata uygun hale geldi” demesini bekledim, her ay gittiğim kontrollerde!

Ardından, bir iş için gittiğim Ankara’da Ulucanlar göz hastanesinde de gözlerimi gösterip durumu anlama fikri üzerine olduğum muayene sonucunda, gözlerimde katarakt olmadığı, retina tabakasında bir zar oluşumunun başladığı, ancak oluşan zarın henüz ameliyata uygun olmadığı söylendi.

Çok farklı iki ayrı teşhis sonucu, hâkim olamadığım öfkemle, “ikiniz de doktorsunuz, ben hanginize güveneceğim” diyerek bağırmam sonucu yeniden yapılan muayene ve çağrılan uzman doktor da aynı sonucu verdi!

Artık gözlerimde “katarakt” yoktu, “retinasında zar oluşumu” başlamıştı ve benim, bu oluşan zarın ameliyata uygun hale gelmesini beklemem gerekiyordu!

Bir yıl kadar da her ay Ankara yolculukları başladı! Her muayenede de “retinadaki zar, henüz ameliyata uygun hale gelmemiş” sonucuyla geri döndüm.

Her Ankara ziyareti benim için, sahip olduğum asgari ücret misali emekli maaşım için ekonomik anlamda büyük külfetler yaratıyordu.

Diyarbakır’a yerleşimim bittikten sonra, görmede yaşadığım sorunların artması sonucu, birkaç gün önce randevu alarak Diyarbakır Araştırma hastanesine gittim.

Ne de olsa Diyarbakır büyümüş, gelişmiş, güven artmıştı! Kendi doktorlarıma güvenmeyip başkaca ne yapabilirdim ki?

Randevu aldığım erkek doktor yerine bir bayanla karşılaşmam ilk şaşkınlığım oldu! Kendi kendime biraz da yüksek sesle sorduğum “Acaba yanlış mı geldim” sorusuna, bayan doktor gülümseyerek, “asıl doktorun az önce işi çıktığını, yerine kendisinin baktığını, benim de yanlış gelmediğimi” izah etti de rahatladım!

Ben gözlerimin iki yıllık geçmişini anlatırken o da muayenesine devam etti. Film çekildi, göze damla koyularak muayene devam etti.

Sonuç, beni şaşırtmadı!

“Katarakt” yok denilecek kadar azdı, mevzu bahis edilmesine gerek yoktu!

Retinada zar oluşumu devam ediyordu, alınabilirdi, biraz daha beklenebilirdi, beklenmesinde risk yoktu, daha iyi olurdu!

Ama, asıl sorun, gerek Ankara Ulucanlar göz hastanesinde takibinde olduğum doktorum gerekse benim hislerimle iyi olduğunu kabul ettiğim sağ gözümde çıktı.

Dinamit gibi duruyor, he an patlayabilir, gözü kaybedebiliriz” ifadesiyle muayene sonucu karar yüzüme karşı okundu!

“Ankara nasıl fark etmemiş?” diyerek Ulucanlar göz hastanesine sitem de bulunmaktan da geri durmadı doktor hanım, ben şaşkınlıkla, yüzüme karşı okunan sonucu hazmetmeye çalışırken!

Son iki yıldan fazladır, önce “katarak” teşhisinin, sonra da “retinadaki oluşan zarın” ameliyata hazır olmasını beklerken, okumak ve yazmak için kullandığım ve sağlam olduğuna inandığım sağ gözümün saatli bombadan farksız olduğunu öğrendim!

Şaşkınlığım fazla sürmedi. Sonuç alınmış, gözlerim konusunda, birbirinden bağımsız ve farklı üçüncü teşhis de koyulmuştu!

Şimdi asıl olan “ne yapmak” gerekliliği idi.

Bu soruyu doktor hanıma yönelttiğimde aldığım cevaba da şaşırmam gerekmedi.

“Burada yapacak hiçbir şeyimiz yok! Bu hastanede bu tür operasyon yapmış, tecrübeli doktor ve ekipman yok! Sizin acilen Ankara’ya gitmeniz gerekiyor” cevabına şaşırmam gerekiyor muydu? Bilemiyorum ama şaşırmadım ve oldukça sakin karşıladım!

Hastanelerimiz, doktorlarımız ne hale gelmiş, eğitim sistemimiz çökmüş mü? Ne haldeyiz böyle? Kime güveneceğiz? Sorularıyla binadan çıkıp hastane bahçesine indiğimde bankta sigara içerken, yıllar önce yaşadığım ve doktorlara güvenimi kaybettiren bir anım canlandı hafızamda.

Yaşadığım rahatsızlık nedeniyle gittiğim profesör unvanlı doktor, hiçbir tahlil yapmadan, sadece gözle ve elle yaptığı muayene sonrası, “sizi korkutmayayım ama rahatsızlığınız kan kanserine benziyor” hükmünü vermişti. Hafif hüzün kokan bakışlarımla yanından ayrılmış, bir süre sonra, bir doktor arkadaşın laboratuarında yapılan tahlilde, rahatsızlığım “mantar” çıkmış, doktor arkadaşla birlikte gülüşmüştük!

Gözlerim için verilen üç ayrı sonuçtan en sonuncusu olan, “Dinamit gibi duruyor, he an patlayabilir, gözü kaybedebiliriz” tespit ya doğruysa?

Acaba hangisi doğru?

Katarak mı var, retina da zar oluşumu mu var yoksa gözlerim dinamit misali patlayacak mı? Üçlü bahis oynamış gibi hissediyorum!

Ve diğer taraftan beni asıl rahatsız eden, “Ankara’ya nasıl gideceğim?” konusu!

Kira ve otomatik ödemeler sonrası ancak yaşamsal giderlerimi karşılayan emekli maaşımla ne yapabilirim? Konusu hepsinden daha önemliydi.

Aklıma, içerisinde bulunduğum ve her geçen gün daha da yoksullaşan, nüfusun neredeyse yarısına yakınını teşkil eden ve yaşama standartları altındaki ekonomik gelirleriyle “canlı kalmaya” çalışanlar geldi!

Onlar benden, ben onlardan farksızdım.

Onlar da her gün aynı çaresizlikleri yaşıyorlardı.

Sadece “canlık kalmak” üzerine kurulu yaşam koşulları içinde, kısıtlı gelirlerini yiyecek dışında başka şeyler için harcayamayan insanlar!

Doktor yüzü göremeden ölenler!

Şeker yiyemeyen çocuklar!

Et tadını bilmeyen insanlar!

Bu insanlar, her geçen gün neden yoksullaşıyordu? Hem de milli gelirin sürekli yükselmesine rağmen!

Kimimizin derdi, binlerce liralık elbisesine bulaşan çamur, kimimizin derdi bulamadığı bayat da olsa ekmek!”

Yat’ın lüks sayılmadığı” ülkede bayat da olsa ekmek bulamayanlar varsa, varsa aç yatanlar, doktora gidemeyenler, şeker yiyemeyenler, ayakkabısız çıplak gezenler, üç kuruş ekmek parası için, çocuklarını doyurabilmek için güvenliksiz koşullarda, Azrail’le köşe kapmaca oynayarak çalışanlar ve ölenler varsa, benim gözlerim teferruattı…