Günlerdir yazamıyorum, yazılacak birçok konu olmasına rağmen! Toplumsal çöküşün ışık hızıyla yarıştığı günümüzde yazılması gereken tüm gerçeklerin, bilmesi gereken insanlar tarafından bilindiğine inandığımdan olsa gerek, yazmak içimden gelmiyor!
Ensar vakfında ortaya çıkan toplu tecavüz olayı sonrası ayağa kalkan insanlar, her gün tecavüz vakasının yaşandığı günümüzde neden ses çıkar(a)madığının toplumsal, psikolojik, sosyolojik veya bir başka bilimsel tahliline girmenin anlamsızlığıyla bakıyorum yaşama!
Gerçekler, gerçekleri bilmesi gereken insanların beyinlerinin en karanlık noktasında toplanmış olma olasılığı, bilmeme olasılığından çok daha fazla.
Düzen partisi olarak nitelediğimiz bir partinin İstanbul Büyük Şehir belediyesini kazanmasının bizleri “Devrim” havasına sokmasından belli, gerçeklerin beynimizin en karanlık noktasında ve karanlık içerisinde kaybolmak üzere olduğu!
Kendisine aydın, demokrat, devrimci, sosyalist, komünist, akademisyen veya benzeri bir nitelemeyi kendisine yakıştırıp, taciz ve tecavüzün neden arttı(rıldı)ğını, Eğitim kalitesinin neden bitirildiğini, soygun ve talanın neden bu kadar hoyratça yapılabildiğini, işçi cinayetlerinin neden arttığını, doğanın neden katledildiğini, adaletin neden yok edildiğini, kısaca, ülkede olup bitenin nedenlerini bilmiyorum diyebilecek kişi olamaz!
En ufak ayrıntısına kadar biliyoruz.
Biliyoruz ama sessiz kalmayı tercih ediyoruz.
Biliyoruz ama hareketsiz kalmayı tercih ediyoruz.
Biliyoruz ama korkuyoruz ve bunu itiraf edemiyoruz. İtiraf etmekten de korkuyoruz. Korkularımızdan da korkuyoruz. Korkmamaktan da korkuyoruz.
Korkularımız o kadar büyük ve sarsıcı ki utanma duygumuzu bile yok edebiliyor! Tüm sessizliğimize, hareketsizliğimize, tepkisizliğimize rağmen kendimize yakıştırdığımız güzelim etiketlerden de ayrılmak istemiyoruz.
Tam da Dario Fo’nun sözü gibiyiz. “Başımız dik yürüyoruz çünkü boğazımıza kadar bok içindeyiz.”
Kimimiz cezaevine girmekten, kimimiz işsiz kalmaktan, kimimiz yoksullaşmaktan, kimimiz mevcut statüsünü kaybetmekten korkuyor.
Herkesin korkusu farklı.
Herkesin korkusu kişisel.
Ancak bütün korkular aynı, renksiz ve kokusuz!
Kaybedecek hiçbir şeyi olmayanlara ne oldu? Kaybetmekten korkmayanlara, sonuna kadar savaşacaklara, “tek yok bizim yol” diyenlere ne oldu?
Facebook, twitter, instegram alanlarına sıkışıp kalmışız! Bu dar alanlarda kısa paslaşmalar yaparak dolduruyoruz günümüzü! Bu alanlarda bile korkakça paslaşıyoruz. Bu alanlarda bile açıkça yazamıyoruz! Bu alanlarda bile takipteyiz, yakalanabiliyoruz korkusuyla yaşıyoruz, yaşadığımızı sanarak!
“Ne oldu bize?” diyemiyorum! Geçmişte neysek şimdide oyuz aslında! Sadece artan baskılar ve yaratılan korkular nedeniyle gerçek kimliğimize ulaşıyoruz.
Değişen tek şey şiddetin, baskının derecesi.
Yaşadığımız korkular bizim gerçek kimliğimizi ortaya çıkarıyor!
Korkularımızla her gün ölmenin anlamsızlığını da bilerek yaşadığımız atalet bizi her geçen anda içinde biraz daha yok ediyor. Tükeniyoruz.
Korkmayan yok mu? Korkmadan ya da korkularına rağmen hareket eden, direnen, ilerlemeye çalışan, bir şeyler yapmak isteyen ve bedelini ödemeyi de göze alarak baskılara karşı koyanlar da var elbette.
Bizler, onlar sayesinde dik durabiliyoruz, gırtlağımıza kadar bok içerisindeyken bile!
Korkmak insani bir duygudur. Korkunun esiri olmak ise köleliktir!
Korkularımıza rağmen, yapılması gerekenleri bilenler olarak, yaşadığımız ataletten kurtulmayı başarıp yürüyüşe geçmezsek, geçmişte soyu tükenen dinazorlar kadar bile anılmayacağız!
Birilerimizin yaniden çay demlemesi gerekiyor.
1956 Elazığ doğumluyum
1977 Diyarbakır Eğitim Enstitüsünden mezunum
Siyasi nedenlerle öğretmenlik yapmadım
1980 sonrası 6 yıl kadar Diyarbakır, Eskişehir ve Antep cezaevlerinde tutsak kaldım
İşçi emeklisiyim