Clive Bell, ‘Uygarlık’ isimli denemesinde: “Kendi kabilesinin gelenek ve göreneklerini eleştirmeye başlayan bir vahşi, çok geçmeden ya yok olup gider ya da vahşilikten kurtulur. O zaman uygarlığa doğru büyük bir adım atılmış olur.” (Sayfa: 50) der.
Her insan yavrusu, ilk insan var olduğu günden beri dünyaya büyük yükler altında merhaba demiştir. Ağlayıp çığlık atması, bu yüklere karşı çıkmak istediğinin en büyük kanıtıdır.
Hangi çağda insan yavrusu dünyaya, daha az yükle merhaba demiştir? Bu konu, başka bir yazı veya tartışma konusu olabilir. Bugün, insanın doğduğu günden beri taşımak zorunda olduğu yükleri biraz tanıyalım istedim.
Çevresel yükler: atmosfer basıncı, iklim, barınma-güvenlik-beslenme gibi o coğrafyadaki her kişinin ortak yükleri…
Toplumsal yükler: aile, akraba, kabile, köy ve kentlerin ürettiği, her tarih, coğrafya ve sosyolojik duruma göre değişkenlik gösteren yükleri…
Kalıtım, biyoloji ve psikolojisinden kaynaklanan yükler: iskelet-kas-duyu yapısı, hormonsal, davranışsal ve zekâ gibi sağlık ve bireysel farklılık yükleri…
İşte her birey kendisine miras kalan bunca yükü taşıyarak, bazısı şanslı, bazısı şansız olarak ve kesinlikle eşit olmayarak dünyaya merhaba der. O halde, onun çığlık atması ve ağlamasına hak vermemiz gerekir.
Her birey bu üç ana kanaldan kendisine yüklenen yükleri ya mücadele ile taşınacak hale getirir, ya da pes edip, yenik düşer ve yaşama veda eder. Bizim sözümüz, yaşamaya devam edenlere, pes etmeyenlere…
***
Yaşamaya devam diyen bireyleri toplum sahiplenir ve yüklerini daha iyi taşısınlar diye, okul ya da her yerde onlara ‘eğitim’ vermeye başlar.
İnsan, ilkel kabile çağından günümüze kadar; kör inanç, tabu, önyargı, düşman, sürü anlayışı, iyilik, kötülük, erdem, savaş, barış, bencillik, kindarlık, insan severlik gibi tüm davranış ve becerilerini bu eğitimden geçerek öğrene gelmiştir.
Haksız savaşlar çıkarılmış farklı inançlar, farklı diller, farklı renkler, farklı düşünceler, farklı yaşayışlar düşman ilan edilmiş, yok olsun diye emirler çıkmış: Kimi süngüyle, topla, tüfekle öldürülmüş, kimi yakılmış, asılmış, giyotinle kafası kesilmiş, derisi yüzülerek yok edilmiş. Büyük acılar yaşamış ve yaşamaya devam ediyor tüm insanlık.
Bireyin yükleri böylece artmış ve taşınması çok zor bir kambur olmuştur. Özgüveni ve gücü olmayanlar; ne bu suç ve suçluluklar ile yüzleşebilir, ne de içinde kopan fırtınaları başkalarına anlatabilir. O, sadece korku ve utançlarını içindeki kör noktalara iter, oralarda onları dokunulmaz ve saklı tutar. Ve temiz pak olarak arınmak için de; dua edip yalvararak ‘Ulu’ güçlerden yardım bekler.
“Bu sorunlar gün yüzüne çıkmadığı sürece, sadece o kişiyi üzer, yorar, güvensiz ve huzursuz kılar ve onun özeli olarak kalır” derlerse de bu sözlere inanmamak gerekir. Bu aslında örtük bırakılmış bir insanlık sorunudur: Aklın içinde olmadığı, batıl inanç ve hurafelerle bezenmiş, egoistçe kendine benzer olanları bulmaya çalışan, diğerlerine yaşam hakkı tanımayan toplumsal bir sorun…
İnsan, “insanlaşmak” için aklıyla yol alır, bu yolda; düşünür, soru sorar, sorgular, yorum yapar, katkı verir, üretir, tabuları yıkar ve gelişir. Bunun içindir ki, aklın olduğu yerde, kör inanca ve önyargıya yer yoktur.
Kör inanç; güvensizliğin verdiği korku ile taban bulur, sürü içgüdüleri ile yaygınlaşır ve egemenlere itaat ederek uygulanır. İşte bu süreçte oluşur tüm tabu ve önyargılar, sonra da gelenek-görenek-önyargı el ele tutuşup taşır bu korku iklimini başka çağlara.
Bunun için bu sürecin öznesi olan güçler insana; tövbe!… günah!.. diye soru sordurmaz, onu düşündürmez, yorumlatmaz, hele de ondan özgün katkı hiç istemez! Bunun içindir ki bunlar; cahilliği, cehaleti sever ve överler…İşte bu yüzden de bizler: kör inanç ve önyargılar; akla-mantığa-zekâya vurulmuş prangalardır diyoruz.
Kör inancın panzehri, ya da onu yok edecek güç; akıl, mantık, zekâ rehberliğinde yapılacak olan eğitimdir. Ancak böylesi bir eğitimle yok olur saplantılı kör inanç ve önyargılar.
Dikkat edilirse; akıl, mantık, zekâ rehberliğinde yapılan eğitim dedim. Çünkü her etkileşim bir eğitim olsa da her etkileşim sonunda uygar kişiler ve uygar toplum oluşmayabilir.
Bazı eğitim türlerinin odağında birey değil güç vardır: Birey, sürü içgüdüsü ile boyun eğer, bağımlı, korkak ve özgüvensiz olur. Bu eğitimle; korkan, çaresiz, yetersiz bir nesil yetişmesi hedeflenir.
Bazı eğitimlerin odağında ise birey vardır. Bu eğitimde, akıl, mantık, zekâ ile soran, sorgulayan, deneyen, üreten, özgür-özgün düşünen, hoşgörülü, paylaşımcı, barışçı bireyler yetişir.
Bu karanlığı yok edecek olan güç uygarlıktır. Fakat uygarlık her iklimde yeşerip, boy vermez, o, özgürlükçü ve barışçı iklimleri sever. Bu iklim de ancak, akıl ve hoşgörü egemenliğinde; kör inanç ve önyargıların baskıcı prangaları yok edildiğinde oluşur.
O halde eğitim için seçici olmalıyız.
Emin Toprak- DOSTÇA
Bingöl-Kiğı- Zeynelli Köyü’nde 19/03/1950’de doğdum.
Köyümde İlkokul (1957-1962)
Erzurum Yavuz Selim İlköğretmen Ok.(1962-1968)
İstanbul Atatürk Eğim Enst. Eğitim Böl.(1973-1977)
ve Marmara Ün. PDR bölümü Lisans tamamlama…
5 yıl İlkokul Öğretmeni,
16 yıl Rehber Öğretmen,
19 yıl Eğitim Müfettişi olarak 40 yıl çalıştım.
2013 yılında emekli oldum.
Halen emekli Matematik öğretmeni eşimle birlikte İstanbul’da oturmaktayız. 2 çocuk ve 2 de torunumuz var.
https://etoprak1950.blogspot.com/
Blogumda DOSTÇA yazılar yazıyorum.