Salgın hastalık nedeniyle uzun süreli evde kalmamız, kendimizle konuşup yüzleşmemiz ve kendimize daha uzun zaman ayırmamızı da sağladı. Benim bu süreçteki birinci önceliğim kitap okuma oldu.
Bir yanda yeni/güncel yazar ve ozanların kitapları… Diğer tarafta da kitaplığın raflarında bulunan, geçmiş yılların okunmuş kitapları (kurşun kalemle not alınmış, işaretlenmiş) vardı.
Her kitabı okurken notlar alıyor, düşünüyor, çocukluk yıllarıma gidip derinlerimde kalan izleri bulmaya çalışırım. Böylesi bir okuma ve düşünme de bana, 60 yıl önce çocukluğumun geçtiği “Deşta Zenan”ı anlatan bir dizi yazdırmıştı.
Kitaplık rafından aldığım bir kitap ise bana zamanda yolculuk yaptırıp, beni uzaklara, çok çok uzaklara ta 2500 yıl öncesine götürdü. Kitapta anlatılanlar masal değil, o günlerin yaşanmışlıkları, bugün bile tartışılan, konuşulan güncel konulardı.
Daha önce okuyup sayfa boşluklarına notlar aldığım bu kitabı, yeniden okudum, sayfalarına başka uyarıcı işaret ve notlar ekledim, bazen hayret edip bugün dünyaya egemen olan anlayışlara; “yuh!…” çektim, kızdım, üzüldüm.
Clive Bell’in yazdığı UYGARLIK isimli kitap bir deneme; 1995 yılında Toplumsal Dönüşüm Yayınları tarafından 1500 adet basılmış, 7 bölümlü ve 82 sayfa. Kitabın çevirisi: Vedat Günyol, Minâ Urgan, Hilmi Yavuz, Melih Cevdet Anday ve Halit Çakır gibi beş güçlü imzanın kolektif bir çalışması.
İnsanlık tarihindeki tüm çıkar savaşları; insanlığa büyük acılar ve yüz milyonların yok olduğu vahşetler yaşatmıştır. Egemen güçler ise her seferin sonunda, bu savaşın ulu menfaatler ve “uygarlık” için yapıldığı yalanını söylemiştir.
“Peki, uğruna savaştığımız uygarlık nedir?”
Yazar, bu sorunun cevabını; Perikles Atina’sı (M.Ö. 480-393 Platon, Aristophanes, Praxiteles, Aristoteles, Salon gibi bilge kişilerin olduğu Müzik-Retorik-Felsefe Çağı), Rönesans İtalya’sı (XV-XVI yüzyıl Deneysel Düşünce Çağı) ve Voltaire Fransa’sı (XVIII yüzyıl İnsan Hakları ve Aydınlanma Çağı) belgelerini karşılaştırarak bulmaya çalışıyor.
Ayrıca uygarlık tanımlaması yapmak için “düşünen-sorgulayan” ilk insanlardan çokça örnekler veriyor: “Kendi kabilesinin gelenek ve göreneklerini eleştirmeye başlayan bir vahşi, çok geçmeden ya yok olup gider ya da vahşilikten kurtulur. O zaman uygarlığa doğru büyük bir adım atılmış olur. Ama bir insan doğal durumunda kalır ve içgüdülerini izlerse uygarlığa doğru ilerleyemez. Uygarlık düşünce ve eğitimden gelir. Uygarlık insan yapısıdır.” (sayfa: 50)
Değer duygusu ve Aklın egemenliğini, yüksek uygarlığın anası ile babası olarak kabul ediyor. Ve Atinalıları eşsiz kılan özelliğin değer duygusu olduğu görüşünü söylerken birçok olay anlatıyor. İşte size iki örnek:
Birinci olay: Atinalı bir yontucu yargıçların karşısına, bir gence işkence yapmış diye çıkartılır (yasalarına göre ‘işkence yapmak’ en korkunç ve bağışlanmaz bir suçtur). Duruşma salonuna kucağında eşsiz güzellikte bir insan heykeli ile gelen yontucu; Suçlu olduğunu kabul ederek, yargıçlara heykeli gösterir;“Heykelin bedenindeki bükünümleri, kıvrıntıları yontabilmek uğruna modeline işkence yaptığını söyler… Yontucuya hiçbir ceza verilmez, böylece biter duruşma ” (sayfa: 52)
İkinci olay: Atina’da halktan alınan vergilerle devlet tiyatrosunda Lysisrata (Kadınlar Savaşı; Aristofanes’in eseri M.Ö 411’de sahnelenmiş) oyunun oynatılması: İsa’nın doğumundan 404 yıl önce, Atinalılar Sirakuza önlerinde uğradığı korkunç yenilginin onarılmaz yaralarını taşıyordu. Bu yenilgiden sonra yurttaşlar arasında savaşma tutkusu çok artmıştır. “Atina devleti böyle bir ortamda halktan toplanan vergileri bir oyunu sahneye koymak için harcamakla kalmıyor, üstelik savaş düşmanı ve milliyetçilik duygularına karşı duran bir oyunu seçiyordu. Lysisrata oyununda orduyla alay ediliyor, milliyetçilik ucuz kahramanlık sayılarak yerin dibine batırılıyor, casus-avı ve Sparta’lı eater’ler hafife alınıyor, demokrasinin önderleri amansız bir sertlikte eleştiriliyordu. … Tarihte halkın değer duygusunun bu kadar parlak bir biçimde belirlendiği başka bir örnek hatırlamıyorum. … Atina’da tiyatrolara ayrılan para, adetâ kutsal sayılıyor, bu paraya dokunulmasına izin verilmiyordu. ” (sayfa 53-54).
***
Yukarıda kitabın 50 sayfasından bir alıntı yapmıştım ya, oradan üç cümleyi tekrar hatırlatmak istiyorum: “Ama bir insan doğal durumunda kalır ve içgüdülerini izlerse uygarlığa doğru ilerleyemez. Uygarlık düşünce ve eğitimden gelir. Uygarlık insan yapısıdır.”
Aradan 2500 yıl geçtiği halde dünya henüz uygar olmamış, çünkü paylaşım savaşlarıyla dünyamız sürekli bombalanıyor, talan ediliyor, suçsuz insanlar ölüyor, büyük acılar yaşanıyor. Uygar olmak; zorbaya-zulme karşı, yaşam hakkına saygılı, düşünceye-sanata-sanatçıya özgürlük tanıyan, saygılı-ince düşünceli birey olmaktır. Uygarlık ise, uygar bireylerin barışçı dünyasıdır.
Barış olan böyle bir dünyada savaş seviciler barınamayacaklarını çok iyi biliyorlar. Bunun için sürekli olarak dil, din, ırk, yaşam farklığı olanlar “düşman” ilan edilerek savaş çıkarıyor, bunun için halkın çocukları yok oluyor, bunun için kaynaklar; top, tüfek, bomba, mermi, tank, uçak gibi ölüm aracı oluyor. Böylelikle sömürü düzenleri şimdilik kalıcı oluyor.
İnsanlık henüz bu vahşi, sömürücü, sadece ben deyip içgüdüleriyle hareket eden egoist anlayışların egemenliği altında…
Bunun için dünyada henüz uygar bir düşünce egemen olmadı.
İşte bunun için henüz uygar bir insanlık da oluşmadı…
Emin Toprak- DOSTÇA
Bingöl-Kiğı- Zeynelli Köyü’nde 19/03/1950’de doğdum.
Köyümde İlkokul (1957-1962)
Erzurum Yavuz Selim İlköğretmen Ok.(1962-1968)
İstanbul Atatürk Eğim Enst. Eğitim Böl.(1973-1977)
ve Marmara Ün. PDR bölümü Lisan tamamlama…
5 yıl İlkokul Öğretmeni,
16 yıl Rehber Öğretmen,
19 yıl Eğitim Müfettişi olarak 40 yıl çalıştım.
2013 yılında emekli oldum.
Halen emekli Matematik öğretmeni eşimle birlikte İstanbul’da oturmaktayız. 2 çocuk ve 2 de torunumuz var.
https://etoprak1950.blogspot.com/
Blogumda DOSTÇA yazılar yazıyorum.