Bir bebek, dünyaya geldiği an, yoğun bir atmosfer basıncı altındadır. O anda yaşadığı şok ve korku nedeniyle ağlayıp çığlık atar. Ağlamak onun konuşma dilidir, istek ve ihtiyaçlarını ağlayarak anlatır.
Daha sonraları korunup bakıldığını ve güvende olduğunu anlayarak kendine sınırlı bir çevre-dünya örmeye başlar. Siz buna: ‘Yaşam Kozası’, ‘Yaşam Çemberi’, ‘Sevgi Çemberi’ de diyebilirsiniz.
Yaşam denen şey, örüp durmaktır kozalarımızı.
Bundan hareketle derler ki: “Her insan, önce kendisini ve adıyla çağrılmayı sever.” ‘Annelik’ duygusunu da hiç unutmadan bu yalın gerçeği kabullenmek (Ve, daha ileri giderek, bu sava ‘her canlı’ sözcüğünü de eklemek) gerekir.
Sevgi çemberinin ilk halkasına: bireyin kendisi-anne-baba-kardeş-akraba, ev, evdeki eşya ve hayvanları da eklenir. Ve adım adım atalardan miras kalmış: anadil, töre, din, inanç, masal, şarkı, türkü, ezgi, sevinç, ağıtlar… gibi korkuyla sevinçle örülü kültürel değerleri öğrenir.
Çoğunluk ömür boyu bu değerleri hiç sorgulamadan militanca, kabullenir yaşar ve yaşatır. Fakat, çok az kişi de izole olmayı, birer ‘öteki-cılız ses’ olmayı göze alarak bazı bilimdışı değerlere karşı çıkar.
Sonra birey; yakaladığı fırsatla yaşayıp-dokundukça yaşam halkaları da gelişip değişir. Bu değişimi: akran, arkadaş, komşu, sokak, mahalle, köy, okul, kent, ülke ve başka ülkelerin yaşantı ve ‘insani’ değerleri ile sağlar.
Bireyler, ulaşıp dokunduğu yerlerde; insanlar, yaşam, inanç, doğa, sanat, müzik, folklor, kültür, … ile tanış olup etkilenirler.
Bazıları, kozasına sıkıca sarılır, üzülür, özlem duyar geçmişe, arar-sorar sılasını.
Bazıları da, örülü yaşam halkalarını, şimdikiler ile kıyaslayıp sorgular. Her yenilikten esin ala ala, pay çıkara çıkara donanır, gelişir ve değişir. Böyle böyle yaşam kozasında bulunan dostları, hem de barışçı ve evrensel olan insani değerleri artar.
İşte yaşam bu!
Evet, doğası gereği her insan önce ‘Ben!’, sonra ‘Yakınlarım’ deyip, onları sevmeye, saymaya korumaya başlar.
O halde bir varsayımda bulunup: “Bu masum bir minnet duygusunun sonucudur” diyebiliriz. Belki de bunu, bir varsayım değil yadsınmaz bir yaşam gerçeği olarak kabul etmek daha doğrudur.
Peki, doğru olmayan nedir?
Doğru olmayan, kişinin ömrü boyu kozasını değiştirmeye-geliştirmeye çalışmaması, sadece olanlarla yetimesi, başka ortamlarda yakınlıklar kurup, yeni dostlar aramayışıdır.
Bilim, yaşam kozasında sadece yakınlarına yer verip onlarla yetinenleri; a-sosyal (sosyalleşmemiş), zavallı, acınası birileri olarak tanımlar.
Fakat unutmayalım ki, hiç de masum kişi-grup-millet değildir böyleleri!
Çünkü bu anlayışla yok edildi nice uygarlıklar ve kültürler!
Bunlar başlattı dünyadaki tüm haksızlık, kötülük, kavga, zalimlik, savaş ve katliamları!
Bunlar yüzünden komşular, komşu ülkeler, dünya ya da insanlık çok çok büyük acılar yaşadı!
Ve önlem alınmazsa, bu vahşet devam edecek!
***
Şimdi biraz da tarihe, sosyolojiye bakalım:
Varsayalım ki, insanlık tarihinin en eski ölümlü çatışması ‘Hâbil ile Kâbil” olayı ya da söylencesidir.
O zaman diyebiliriz ki, iki kardeş arasında yaşanan bu ölümcül çatışma sonrasında yaşanan tüm kavgalar, zulüm-zalimlikler ve savaşlar da: ‘Benim olsun!’ anlayışının birer sonucudur.
Emperyalistler bu anlayışı zamanla: “Ötekilerin değil, bizim olsun!” anlayışı şekline dönüşmüştür.
Bencillik-zulüm-sömürü üzerine kurulup gelişen bu insanlık düşmanı anlayışa: kimi faşizm, kimi ırkçılık, kimi de milliyetçilik diyebilir.
Bunların tümü: önce ben/bana/biz/bize diye yola çıkar ve en iyi, en doğru olan: benim soyum-dinim-dilim-inancım-kültürümdür derler. Buradan hareketle ‘diğer’ soy, dil, kültür, inanç ve değerlerini yok-öteki-başka saymış, onlara ‘kendi kimliklerini’ şırınga etmeye çalışmış ve böylece bir insanlık suçu olan asimilasyonu uygulamışlardır.
Emperyalistler ve faşistler, sömürmek için başlattıkları savaşları ‘haklı’ göstermek ve halk desteği alabilmek için soy ve inançlara dayalı yalan-yanlış ‘algılar’ üretirler.
Bu bencil, yok sayan, arkaik katil anlayışın ‘haksız’ savaşları, insanlık tarihi boyunca hep uygulanageldi, işbirlikçi ırkçı odaklar oldukça da devam edecektir.
Bu insanlık düşmanı ölümcül salgın, ancak insani değerlerle donanıp örgütlenmiş halkın onurlu karşı duruşuyla son bulur ve ‘barış’ sağlanır. Çünkü, barış olmadan, özgürlükleri ve ekmeği azalan büyük, çok büyük çoğunlukların sömürü ve ezilmesi devam eder.
Barışı gürleştirip çoğaltan, zenginleştiren ve ayırım yapmadan tüm insanlara eşit adil gelecek sağlayan güç demokrasidir. Demokrasi, gücünü farklılıkları zenginlik kabul ederek kazanır.
Dikkat, dikkat!
Eğer, yaşam kozanız evrensel değerlerle değil de sadece yerli ve milli değerlerle örülürse, savaş sevici zalimlerin yanında silik bir kişilik olarak yapayalnız kalırsınız!
Barış için birliktelikler arttıkça, savaş sevici ve halk düşmanı olanlar: daha gergin, daha öfkeli, daha saldırgan olurlar!
*
Ve bize yakışanı da şair söylemiş:
“İnsana en çok şiir yakışıyor,
Sonra yeryüzüne yağmur,
Gökyüzüne mavi.
Ve en çok insana vefa yakışıyor,
Yüreğe sevda,
Gözlere haya.
Ve en çok yaşamak yakışıyor,
İnsanca, sevdaca, duruca…”
//Ahmet Telli
Emin Toprak – DOSTÇA
Bingöl-Kiğı- Zeynelli Köyü’nde 19/03/1950’de doğdum.
Köyümde İlkokul (1957-1962)
Erzurum Yavuz Selim İlköğretmen Ok.(1962-1968)
İstanbul Atatürk Eğim Enst. Eğitim Böl.(1973-1977)
ve Marmara Ün. PDR bölümü Lisan tamamlama…
5 yıl İlkokul Öğretmeni,
16 yıl Rehber Öğretmen,
19 yıl Eğitim Müfettişi olarak 40 yıl çalıştım.
2013 yılında emekli oldum.
Halen emekli Matematik öğretmeni eşimle birlikte İstanbul’da oturmaktayız. 2 çocuk ve 2 de torunumuz var.
https://etoprak1950.blogspot.com/
Blogumda DOSTÇA yazılar yazıyorum.