"Enter"a basıp içeriğe geçin

Öğretmen-Öğrenci ve Herkese

İnsanca yaşamak için; iş aş arayanlara, Rize İkizdere Vadisinde ve Kaz Dağlarında güvenli gelecek için direnenlere, salgın şartlarında bile çalışanlara, 1 Mayıs’ın tüm emekçilerine sevgi ve saygıyla…

*
Dün gece, 50 yıl öncemi bugüne taşıyarak; beni üzen, düşündüren, biraz da utandırıp gerçekle yüzleştiren bir rüya gördüm. Sonra da bu rüyanın sadece beni değil herkesi ilgilendirebileceği düşüncesiyle paylaşmaya karar verdim.
Bu rüya, beni gitmeyi çok istediğim bir yere, 18 yaşında öğretmenliğe başladığım köye, 53 yıllık bir geçmişime götürmüştü. Fakat köy, okul, çevre ve toplanan çehreler çok değişmiş, hiç tanıdık gelmiyordu bana. Sonra sonra konuştukça beni tanıyan birileri çıkıp ismimi fısıldadı.

Bu yaşını başını almış saçlı sakallı, coşkusuz kişiler kimdi?

İsmimi fısıldayanlar öğrencilerim mi, yoksa veliler miydi bilemedim!

Üzüldüm. Utandım. Düşündüm.

Sonra da: “Bellek her şeyi uzun süre taşıyamaz ki” -diyerek rüyada bile kendimi korumak istedim.

Fakat olmadı, ben, beni aklamaya yetmedim. Ve hemen o anda içimdeki afacan ben, hiç izin almadan ‘sen diliyle’ söze girip suçlamaya başladı:

“Eğer sen o günlerde köyün, öğrencilerin, velilerinle ilgili kısa kısa notlar alsaydın… Haydi onu yapmadın, bari listedeki her öğrencinin karşısına, onu anımsatacak birkaç sözcük, birkaç işaret koysaydın şimdi onları anımsar ve bu yenilgiyi yaşamazdın…” -diye sayıp, dökmeye devam edecekti.

Beni çok üzen ‘haklı’ sözlerin devamını duymamak için biraz sertçe: “Haklısın!” dedim. Sustu!

Haklıyı, haksızca susturmuş olsam da bu kez vicdanım susmadı: “Bu konuyu düşün!” -dedi. Ben de düşündüm:

O yıllarda, Evliya Çelebi’nin seyahatnamesinden bazı bölümleri okumuş, başta Yaşar Kemal, Fakir Baykurt, Mahmut Makal, Fikret Otyam olmak üzere çokça yazar, gezer, çizeri de tutkuyla okuyup izliyordum.

Bu değerli insanlar toplumsal yaşamın acı, sevinç, başarı ve tıkanıklıklarını… Bazen yükselip sönen ve yeniden başlayan duygu ile düşlerin yaşattıklarını… Yazar, çizer, söyler bu emeklerini halka sunarlardı.

Böylece ‘kültür değeri’ olan bu sanat yapıtları, toplumsal bellekteki: söylence, hurafe, önyargı gibi cehalet karanlıklarına ışık tutar onları gün yüzüne çıkarır ve gerçeğin gelecekteki filizleri olurlardı.

Duyu, duygu ve yetilerin yaşama; harfle, sözcükle, çizgiyle, fırçayla, yontuyla, fotoğrafla, avazla, notayla, buluşla yüklediği özgün iz ve tohumlara sanat denir. Sanat sadece bugünün değil geleceğin de belleğidir.

Her birey ve toplum ancak bu değerlere sahip olduğu kadar güven içinde yol alabilir.

Günümüzde Birleşmiş Milletlere bağlı 194 ülke, o ülkelerde de kullanılan 7 binden fazla anadil var. Tüm sanatlar, anadille beslenir, onunla büyür, yücelir ve evrensel olur. Her sanat dalı, uygun bir ortam bulunca filizlenip dal budak salan değerleri taşıyan bir tohumdur.

Bu gerçekleri o yıllarda da az çok bilen birisiydim.

Peki, o zamanki tanıklıklarımı neden hiç not almamışım!.. Beni üzen de buydu.

Peki, bu tembelliğim için gerekçelerim var mı?

-İki olasılık var: Ya önemsememişim ya da belleğime güvenmişim! (Tıpkı, şimdi ülkemize dayatılan bilimi önemsemeyen ezberci eğitim sistemi gibi).

Ne yazık ki hem bu iki olasılık hem de bugün dayatılan eğitim sistemi yanlış, çok yanlış!

Demek ki ben, yaratıcılığımı, yetilerimi ve düş gücümü; bu doğa ve bu insanlarla etkileşim kurmak için kullanmamışım. İşin kolayına kaçmış, onlara dair bilgileri sadece ezberlemişim. Ezberin ömrü kısa olduğu için de unutmuş, unutulmuşum.

***

Sonra da yukarıdaki düşsel yorgunluk çıkarımlarımı, bugüne taşıyorum: Demek ki, bu bitek coğrafyadaki bolluk, sanatsal yokluk yüzünden bir kuraklığa dönüşmüş. O halde bu sistemsel büyük bir sorun! Bu öyle bir sistem ki; bireyin özgün yaratıcılığına, özgürce sorup-sorgulamasına, öğrendiğini deneyip içselleştirmesine engeldir.

Bu sistem bireyi, tek kişi, tek kaynağa bağımlı kılıyor. Eğer birey, o kişi ve o kaynağın; sözcük, bilgi ve kalıplarını aynen ezberleyip tekrarlıyorsa başarılı sayılıyor. Çünkü bu sistem düşünmeyen, sorup, sorgulamayan toplumların daha kolay yönetileceğini biliyor.

İşte bu seçeneksiz, renksiz bırakan tekçi anlayışları yüzünden ülkemiz hem kurak hem de sanatsız! Toplumsal yaşam da toprağa bağlanmış bitkisel yaşam gibidir.

Bir toplumda çeşitliliğin iz ve tohumları bulunmazsa, o, belleksiz olarak zaman tünelinde çakılıp kalır.

Peki, bu çakılıp kalmanın buyrukçulardan başka sorumlusu yok mu?

-Olmaz olur mu, hem de pek çok! Buyrukçuların hizmetkarları ve bu buyrukları dirençsiz uygulayan öğretmenler, öğrenciler, veliler yani hepimiz!

Ey, öğretmenler, öğrenciler veliler!

Laikliği kabul eden ülkede çocuklar, anaokulundan üniversiteye ‘zorunlu’ din dersi alıp, günah diye diye cehennem korkularıyla “dindar-kindar” oluyor. Bu bir insan hakkı engellemesi değil midir?

Bırakın çocuklar sevgiyle, coşkuyla büyüsün!

Neden çocuklarımızın ufuklarına perde çekecek olan bu inanç ve yaşam tarzı dayatmasına izin veriyoruz? Neden sessiziz?

Eğer en iyi en doğru olan inanç bizimkiyse; o zaman bırakalım çocuklarımız izleyerek, gözleyerek, yaşayarak bu değer ve erdemleri kazanarak büyüsünler. Sorumluluk sahibi ergen olunca da düşünerek, tartışarak, karşılaştırarak, özgür iradeleriyle kendi seçimlerini yapsınlar.

Eğer, çağlar öncesinden gelen bu dayatmacı tutumlar olmamış olsaydı:

O zaman daha güzel bir yaşam ve gelecek için çabalar artar, insanlar düşlerini kendine özgü birer ize dönüştürürdü.

Kim bilir o zaman ne çok şiir, öykü, roman, yontu, melodi ve buluşa sahip olurduk.

İzlerimizdir bizi diğer canlılardan farklı kılan.

Daha mutlu yarınlar için öğretmen, öğrenci, veli ve herkesin kendi yetilerine uygun izler bırakmasını diliyorum.

Emin Toprak- DOSTÇA