"Enter"a basıp içeriğe geçin

Abdülhamid Han ve Haydarpaşa Numune Hastaneleri’nin Nöroloji Bölümleri

 Babam Ömer Turgutalp Kadıoğlu’nu 1 Mayıs 2019’da ahiret alemine yolcu ettik. 88 yaşına dek pıhtı atmaları ve kalple ilgili sıkıntılarını saymazsak sağlıklı bir ömür geçirdi. Bugünden geriye bakınca, önlenilebilir birtakım hatalar yapılmasaydı, babamın biraz daha yanımızda kalabileceğini görüyorum. Acı deneyimlerimiz okuyanlara ders olsun, diye bu yazıyı kaleme alıyorum.  

Pıhtı bazen kendini göstermeden sinsice atıyor  

Tahlillerinde rastladım, ilk olarak 2013 yılında akciğerlerine emboli atmış. Aşırı halsizlik göğsünde hafif ağrı şikayetiyle hastane hastane gezmiştik. Hatta boş yere Siyami Ersek Hastanesi’nde anjiyo olmuştu. Kalbindeki iki stent sapasağlam duruyordu. En son akciğer röntgeninde de bir şey çıkmayınca, doktorlar psikiyatriye yönlendirmişlerdi. Yalnız, akciğer röntgeninde, eskiden geçirilmiş şiddetli grip ya da zatürre nedeniyle oluşmuş küçük bir yapışıklık fark edilmişti. Geçirilmiş şiddetli bir gribi hatırlayamayınca özelde emar çektirmeye karar vermiştik. Eğer şüphelendiğimiz ciddi bir soğuk algınlığı hikayesi olsaydı babamı 2013’te kaybedecektik. Günlerce gecikmemize rağmen babam o pıhtıdan mucizevi bir şekilde kurtulmuş oldu. Çünkü pıhtı attığında kurtuluş için saatlerin dakikaların önemli olduğunu söylüyor doktorlar.  Görüntüleyen röntgen teknisyeni “Derhal hastaneye yatmalısınız.” demişti.  Sürreyyapaşa Göğüs Hastalıkları Hastanesi’ne gitmiştik. O hastanede kaldığımız günleri hatırlıyorum. Asistan doktorumuzdan, bizimle ilgilenen doçentten çok memnun kalmıştık; ne kadar mükemmel bir ekibe rastladığımızı şimdi daha iyi anlıyorum. Hastaneden çabucak taburcu etmeye kalkmamışlardı. Çıktıktan sonra da uzun süre büyük bir titizlikle tedavimize ayaktan o hastanede devam etmiştik.

Sürreyyapaşa Hastanesi’yle tamamen ilişiğimizi kestikten sonra İnr değerlerine çoğunlukla evimize yakın semt polikliniğinde baktırıyorduk. Birkaç kez Siyami Ersek Hastanesi’nde bacak damarlarının ultrasonlarına bakılmıştı. Hayal mayâl hatırlıyorum, bir doktor boyun damarlarının da görüntüsünü istemiş, üstüne bazı yorumlar yapıp, yaşını öne sürerek bizi göndermişti. Bu arada babam, kullandığı kan sulandırıcıyı bazı yan etkilerinden dolayı değiştirmek istemişti. Gittiğimiz kalp doktorlarının da onayıyla daha pahalı bir kan sulandırıcı almaya başladı. Yıllar içinde babamın kalp sıkıntıları arttı. Aritmi teşhisi koyuldu ama tedavi olamadı. Kalbi ara sıra sıkıştırıyordu. Doktorlar anjiyo yapılması gerektiğini söylüyorlar ama kesilmeyen reflü öksürüğü nedeniyle bu operasyonu yapmaya pek yanaşmıyorlardı.

 İkinci pıhtı beynine attı

2018’in Aralık ayında, bir öğle yemeği esnasında, babam anlamadığım bir dilde konuşmaya başladı.   Yürüyebiliyor, anlamasak da konuşuyor, komut alamıyordu. Haydarpaşa Numune Hastanesi’ne başvurmuştuk. Acildeki doktorun dediğini tam anlamamışız. Ekranda görülecek sonuçları beklemeden yanına gitmemizi istemiş meğer. “Buradaki yüz hastadan beşi acil. Sizin hastanız o beş kişiden biri.” demişti. Aradan sıyrılıp, güvenliği, sırada bekleyenleri atlatıp, yan taraftaki gözlerden nispeten uzak bölümden, doktorun yanına sessizce süzülmesem daha da bekleyecektik. Hastanede fazla kalmadık. Hızla iyileşti.  Ayaktan hastanede tedaviye devam etmemiz önerilmedi. İlaçlar düzenlendi o kadar. Birkaç ay kadar sonra babamda aşırı halsizlik hissedince Haydarpaşa Numune ’ye emar çektirmeye gittik. Çünkü her iki pıhtı atışının öncesinde sıra dışı bir halsizliği vardı. Poliklinikteki asistan hanım “bir şey görünmüyor.” dedi. O kadar güvenmiştim ki emarın raporunu almaya bile gitmedim.

Asistan doktor hanım emarı yanlış değerlendirince üçüncü pıhtı geldi

Halsizlik şikayetleri sinsice artan babamın iki ay kadar sonra kolları uyuştu, dili dolaştı. Çağırdığımız ambulans bizi Sultan Abdülhamid Han’a sevk etti.  Hafızam yanıltmıyorsa Dr. Serkan Demir sisteme girip Haydarpaşa’da çekilen (asistan hanımın “bir şey görünmüyor.” dediği) emara baktı ve “aslında o zaman da bazı emareler varmış, doktor yanılmış.” dedi.  Haydarpaşa’da asistan yerine doktor olsa emar doğru okunacaktı. O an hastaneye yatsak, ya da hastalığının sıkı bir takibi başlasa, muhtemelen pıhtı atmayacaktı. Bu kadar da dürüst doktorlar var. Meslektaşı diye koruyabilirdi de. Her asistan aynı değil. Haydarpaşa’da araştırmacı, yetenekli, hastaya, hasta yakınına müşfik davranan erkek asistan doktoru unutamam. Hem serviste yatarken hem de hastaneden çıktıktan sonra randevu alıp gittiğimiz poliklinikte denk geldiğimiz asistan doktor, çok yardımcı olmuştu. Profesörden randevu aldığınızda, hangi asistan doktora rastlayacağınız belli olmuyor, Haydarpaşa’nın polikliniklerinde.

Sultan Abdülhamid Han Hastanesi’ne ilk yatışımızda hatırladığım bir olumsuzluk yok

 Sultan Abdülhamid Han’da, kan sulandırıcı kullanılmasına rağmen pıhtının kısa arayla tekrar etmesinden şüphelenen doktorlar ilaç değiştirdiler. Pahalı ilacı bıraktık. Klasik herkesin bildiği kan sulandırıcı önerildi. Çevremde sorup soruşturduğumda, bazı doktorların, en denenmiş en bilinen o ucuz kan sulandırıcı hapı güvenli bulduklarını duydum. Hastaneden ayrılırken Uzman Doktor Murat Mert Atmaca’ya yönlendirildik. Aslında Haydarpaşa’dan çıktığımızda da bir uzmana yönlendirilmeliydik. Murat Mert Atmaca sağ olsun, polikliniğe gittiğimizde babamı hiç bekletmezdi. Tahlil isteme kağıdına acil notunu düşüyordu. Abdülhamid Han Hastanesi’nde en sevdiğim doktor kendileri. Merhametli bir doktor. Dilerim bir gün nöroloji bölümünün başına geçer.

Dördüncü pıhtı gelmeyebilirdi…Yutma Güçlüğü bir sinyal miydi?

Babam, odanın bir köşesinde kardeşim, diğer köşesinde ben varken, iskemleden kalkarken düştü. O anda yanında olmasak, vicdanen rahatsızlık duyardım. Basit bir ev kazasının ölümcül sonuçlara yol   açacağını bilemezdik.  

 Sandalyenin kol kısmı nasıl olduysa göğüs kısmına gelmiş. Göğsünde batma ağrıları artınca ambulansla ikinci kez Haydarpaşa’ya yattık. Bu sefer dalak yırtılması teşhisiyle birkaç gün hastanede kaldık. Korkulacak önemli bir bulguya rastlanmadı ama kan sulandırıcı da kullandığı için hastanede birkaç gün müşahede altında tutuldu. Babamın o düşüşü sonunun başlangıcı oldu. Çünkü hastaneden çıktık, bir hafta sonra geçirdiği felçle yutma yetisini kaybetti, algılaması tamamen kayboldu.  Haydarpaşa Numune ‘den çıkıyoruz, ilaçlarını kan sulandırıcıları düzenli bir şekilde aldığı halde bir hafta sonra pıhtı atıyor. Hastaneden erken çıkarılmasak, kan değerleri her gün kontrol edilebilir, olası bir tehlikenin sinyalleri hastanede fark edilebilirdi.

Kalpteki pıhtının attığı düşünülüyordu. Abdülhamid Han’a ilk geldiğimizde Ti testini yaptırmamıştık. (Aslında Ti testinin yapılıp yapılmadığı belli değil. Babam, endişelenmemize rağmen, verdiğimiz imzayla işlem odasına alınmıştı. İşlemin nasıl geçtiğini sorduğumda yapılamadığını söylemişlerdi. Abdülhamid Han Hastanesi’nden çıktıktan sonra kalbi için gittiğimiz Siyami Ersek’teki doktor, tahlil kağıtlarına bakıp, “Ti testi yapılmış.” dedi.)  Sedasyon iğnesi yapılıyor ama ince bir borunun yutulması gerekiyor. Babamın boğaz yapısı dardır. Hapları bile küçük muz lokmasıyla boğazından geçirirdi senelerdir.  Abdülhamid Han’a bu son gidişimizde “Ama daha önce de böyle yaptınız, Ti testi çok gerekli.” dediler. Boyun eğdik. Kalp doktoru hanım bizi itiraz ederek karşıladı. “Mesuliyetini almamak şartıyla, ısrar edecekseniz, yaparım ama hasta elimde kalır, başka tanı yöntemleri var.” deyince, vazgeçtik. Sebep kalpteki pıhtı denildiği için, kalp cerrahına gittim. “Pıhtıyı alsak hasta dayanamaz. Pıhtı dursun ne olacak? Biz asıl boynundaki damarlardan şüpheleniyoruz.” dedi.  Babamda son bir senedir şiddetli ağız kuruluğu vardı. Tam beş kez şeker baktırmıştık. İçi rahat etsin diye en son özel diyabet hastanesinden randevu almıştım. Ağız kuruluğuna son bir aydır yutma güçlüğü de eklenmişti. Geçirdiği son felçle yutkunma refleksini kaybettiği için, seneler önce Siyami Ersek’teki doktorun boyun damarları hakkındaki çeşitli yorumları ve yutma güçlüğü şikayetleri aklıma geliyor.

Abdülhamid Han Eğitim ve Araştırma Hastanesi’nde kriz iyi yönetilemedi 

En kötü süreci son inmede geçirdik. On beş gün yattığı serviste günden güne kötüleşti. İlk günlerde işaret edip tuvalete götürttürüyordu kendisini. Son gücüyle acıyan, ağrıyan yerlerini işaret ediyordu. İlaçlar, hasta maması burnundan bağlanan tüple verilecekti. Babam iki kez söktü attı boruları. Tedavi, beslenme durdu. Sadece damar maması verilebildi. Mideden boruyla besleme kararı alındı. Bu sefer, hastaneye yattığından beri aldığı yüksek dozdaki kan sulandırıcılar nedeniyle, inr değerleri istenilen seviyeye gelmedi. Bir gün piyasadan K vitamini aranması beklendi. (Biz bulduk.) K vitamini işe yaramadı. İki gün plazma verildi; o da yetmedi değerlerini düzeltmeye. Kanama riski olduğu için mideye tüp de bağlanamadı. Babam çaresiz bir şekilde servisteki yatağında, günlerce ölüme yürüdü. “Art niyet var.” demiyorum ama bir hata olduğu kesin. Bu yaşıma geldim, bu kadar ağır bir hastanın normal servisteki yatağında günlerce eziyet içinde, nefes nefese can çekişir bir halde bırakıldığını ne duydum ne gördüm. Bu durumdaki bir hastayı rahatlatmanın, uyutmanın yanlış olduğuna kimse beni inandıramaz.

  “Kalbi 130 atıyor.” diye hemşirelere koşuyorum. “Çok normal çok normal.” diyorlar. Can çekiştiğini hissettiğimde profesöre gidip yalvardım. Babam acıları hissediyordu çünkü. “Ne olur uyutun acı çekmesin artık.” dedim. “A olur mu onun bilinci çok önemli bizim için demez mi?”  Yatakta can çekişiyor hasta. Nasılsa ağzı dili yok. Bölümün başındaki profesör ertesi sabah vizitinde yoğun bakım kararı alıyor. Belki bir gece önceden normal servisten çıkması gerekiyordu. Hasta sabaha kadar vizit saatini beklemek zorunda. Yoğun bakıma çok geç alındı. (Alındığı yoğun bakıma da hiç güvenmedim.) Haydarpaşa Hastanesindeki yoğun bakım daha iyiydi. Serviste yer olmadığından, babamı ilk iki gün yoğun bakımda yatırmışlardı. Haydarpaşa’da yoğun bakım bölümüyle, doktor odası arasında camdan bölme vardı. Yoğun bakım hastaları 24 saat asistan doktorların, hemşirelerin gözetimindeydi.   

 “Ünlü, tanınmış birini o yatakta günlerce, nefes nefese nabız 130’larda, ağzının içi yaralarla can çekişe çekişe bekletirler miydi?” diyemiyorum; hali vakti yerinde olan zaten özele gidiyor. Bizim gibi yurdum insanının da fazla sesi çıkamıyor. İtiraz etsen “al götür hastanı isteğin yere.” derler diye çekiniyorsun. Orada güç onların elinde. Elin kolun bağlı, ne yapılıyorsa susup beklemekten başka çare yok.

Haydarpaşa Numune Abdülhamid Han kıyaslaması

Her başımız sıkıştığında başvurduğumuz Haydarpaşa’nın aciline ayrı bir güven duyuyorum. (Allah korusun, yine bir şey olsa ambulans, hangi hastaneye götürüyorsa oraya gitmek zorundayız. Mesela ben bir daha Abdülhamid Han Hastanesi’ne gitmek istemem.  Oranın havasını hiç sevmedim. Hastayı istediği hastaneye götürmemek bir zulüm. Ücret karşılığında yine yakınlardaki istediğimiz devlet hastanesine gidebilmeliyiz.) Asistan doktorlar aralarında konuşup birlikte karar veriyorlar. Acildeki bakım, dikkat, konsültasyon, yataklı servislerde de olsa, özel hastanelere hiç gerek olmaz. En son Abdülhamid Han’da, ağırlaşınca kalp doktoru dahiliyeci, cerrah geldi babamın başına ama ayrı zamanlarda, birbirlerini görmeden. Kritik komplike vakaları, ayrı branşlardaki doktorlar birlikte değerlendirseler, bir doktorun göremediğini diğeri yakalar.

Birkaç sene önce fıtık düğümlenmesinden şüphelenen babamı Haydarpaşa’nın aciline kaldırmıştık. Aslında kendisi doktor olmasa o ilk emarelerden kuşkulanmazdı. Kalbinde stent olduğu için, bir doktor ameliyatın çok riskli olacağını söylemiş. Babam da bu nedenle ameliyata pek yanaşmıyordu. Biz eve gideceğiz diye bekliyorduk. Çünkü barsak düğümlenmesinin başlangıç safhasındaymış henüz. Çok sayıda doktor, bizi hiç heyecanlandırmadan, son ana kadar bize fazla bir şey hissettirmeden, aralarında karar alıp, babamı aniden ameliyata almışlardı. Babam devlet hastanesine ayrı bir güvenirdi.   

Kalpteki problemleri zamanında halletmeliydik

Kalbindeki aritmi üzerine yoğunlaşmıştık. İki üç senedir anjiyo olmak istiyordu. Reflü öksürüğü geçmediği için Siyami Ersek’teki doktorlar “anjiyo riskli” demişlerdi. Babama, yaşlı meslektaşı diye ayrı bir ilgi saygı gösteren bir doktorun çabaları da anjiyo kararı aldırtmaya yetmemişti.

İnme nedeniyle hastaneye yatışlarımızda “kalpteki pıhtı” çok dile getirildi doktorlar tarafından.  Komşunun kullandığı ilaçları kullanmamamız söylenir ama komşuyu iyi eden doktorun da peşi bırakılmamalı bana göre. Komşumu 83 yaşında by pass ameliyatı yapan doktorun adını, keşke biz de duysaydık seneler önce. Değerleri yüksek olduğu halde oldukça başarılı bir operasyon geçirmiş. Buradan doktorun adını da verelim: Mahmut Akyıldız. Kalp sorunu olanlar bu ismi bir yere kaydetsin. Komşumuz 86’sında. Şimdi kalbi “bizden sağlam” diyor kızları. Babam bu doktorun yaptığı bir ameliyatta can verseydi “keşke yaptırmasaydık.” demezdim. Kendini ispatlamış başarı hikayeleri olan bir doktorun elinde can veriyorsam işte o zaman “kader, elden gelen yapılmıştır” diye bakarım. “Nereye kadar giderse” demelerine bakmayın; gitmiyor, sürünmek, ölmekten beter. 

 Abdülhamid Han Hastanesi’ndeki hemşiranımlar

Bu yazıyı yazmamı tetikleyen Abdülhamid Han Hastanesi’ndeki yüzü biblo gibi güzel, yüreği taş bir hemşiranımdır. Sağ olsun sayesinde babamın kanı yerde kalmayacak gibi geliyor. Bu yazıyı kendisine borçluyum. Hakaret amaçlı sorduğu “okuman yazman var mı?” sorusunu çoktan affettim. “Sahi içim bu kadar yanarken, can çekişmeyle biten hastane maceramızı niçin yazmayayım?” diye düşündüm. Medyada yazmaktan vazgeçmişken sayesinde “yazmam” olduğunu hatırladım. Kendilerine sonra döneceğim, diğer hemşireleri anlatayım.

Genelde nöroloji hemşiresi olarak yetiştirilmişler, eğitimliler. Baş hemşiranım çok mükemmel. İşinin ehli, ciddi, sorumluluklarını bilen, nezaketten ödün vermeyen diplomat gibi bir yönetici. Diğer hemşireler de genelde güler yüzlü, sevecenler. İşlerini seviyorlar.

Hangisi daha kötü? Uzun saçlı mı? Biblo yüzlü mü?

Uzun koyu saçları olan bir hemşiranım vardı.  O da “İnsan ancak bu kadar vicdansız olur.” dedirtti. On beş gün boyunca babam ağzından nefes aldı. Daha önce başımıza gelmedi, bilemedik. Oğlum bir gün baktı ki babamın ağzı yaralar bağlamış. Hemşireler bize “ağız bakımı yapmıyor musunuz? demeye başladı. İş işten geçmiş; ne yaparsak yapalım yaraları azdı. (Doktorlar inmesiyle ilgileniyor, ağzı cerahat bağlasa göremiyorlar; alanlarına girmiyor herhalde. Yakından bakmamışlarsa hastaya, gözden kaçmıştır.) Aniden aklıma geldi, o koyu saçlıya dedim ki “ne olur ağzına buhar gibi bir şey verilemez mi?”  “Aa olur mu ağzı daha çok kurur çok tehlikeli, dişçi bilir, dişçi görmesi lazım. Nörolojiyle alakalı bir konu değil.” cevabını aldım.  Zararlı olduğunu duyunca bir daha kimseye ağzımı açmadım.  Kendime de kızıyorum hiç tanımadığım bir insana sırf devletin hastanesinde hemşirelik yapıyor diye ne kadar kolay güveniyorum demek. Yoğun bakıma alınmadan bir gün önce yeşil gözlü hemşire gelip ağzına buhar vermiş. İnsan düşününce çileden çıkıyor. O sırada babam tam komada değil, ağız yaralarının acılarını, bütün acıları hissediyor; sadece kendini ifade edemiyor. Anladım ki beni başından savmış. Aslında asistan doktorlara da ağız yaralarından bahsetmiştim.  Onlar da akıl edebilirlerdi biraz buhar vermeyi. Ama esirgediler. Belki fazla iş çıkmasından çekindiler. Ne diyeyim Allah ağır hastaları elinize düşürmesin.

Gelelim yüzü biblo, kalbi taş olana; niye taş kalpli olduğuna. Babam yoğun bakıma alınmıştı. Her gün izin alıp üç dakika görebiliyorduk hastamızı. (Yalnız bana sinir oluyordu, tersliğini kimseye hissettirmeden yapıyordu. Kardeşimin “bana senin gibi yaklaşmıyor, sinir etmişin kızı.” sözü üzerine, o zaman değil de şimdi düşünüyorum, amiyane tabirle bana gıcık kapmasının sebeplerini. Bir hasta yakını hanım, hemşire bankosunda altı yedi hemşireye meramını anlatamıyordu. Annesiyle aşağıdaki servise giderken, kimliğini teslim edip aldığı televizyon kumandasını, odada bırakmış. Aynı hastanede olduğu için sakınca görememiş. Tekrar üst kattaki servise gelince hem kimliğinden hem kumandadan olmuş. Hasta yakınına hep birlikte itiraz ediyorlardı.  Kadıncağız anlatırken anlamamazlıktan geliyorlardı. “Kaç hasta değişti o odada.” diyorlardı. O esnada bir şey sormak için oradaydım. Hasta yakını olan hanım en son bana dönünce “Ben sizi anlıyorum.” dedim. Çünkü anlamayacak bir şey yoktu. Bir gün de bu hemşire nöbetçiyken, babam için hatırlamıyorum bir şey talep ettim. “Yalnızım, bir sürü hasta var kalksın kalkabiliyor.” diye tersleyince, odamızdan, duyabileceği şekilde “en kötüsü bu hemşire” demiştim. O saatlerde babamın yanında ben kalacaktım. Babamı ya kardeşim ya oğlum sırtlayıp kaldırıyorlardı. Benim babamı ayağa kaldırıp yürütmem mümkün değildi.)

O gün de babamı ziyarete gelmiştim, baktım ortalıkta kimse yok. Sanırım hemşireler odalarındaydılar. Yoğun bakımdaki hemşiranımdan izin alıp babamı görecektim. Kapı sensörlü hemen açılıyor. İçeri girdim, salonda sadece hastalar vardı. Babamın yanına gittim solunum makinesinde komada. Döndüm, yoğun bakımdan çıktım.  Asistan hanımın kapısı çaldım. Yanlış hatırlamıyorsam onun da kapısı kilitliydi, açılınca “Kimseyi göremedim babama baktım, içeri girebilir miyim?” diye sordum. Babamın fazla vakti kalmadığını söyledi ve hemşiranımların odasına yöneldi.  Maalesef taş kalpli nöbetçiymiş o gün.

İkisi de “nasıl izin almadan odaya girersin?” diye çıkıştı. “Babamı tam göremedim içeri girmemle çıkmam bir oldu.” dedim.  Lafı uzatıp dil dökecek halim yok. Gördüm, babam çok kötü. Elalemin yanında ağlamak istemiyorum. Berbat haldeyken unutamayacağım trajikomik bir sahne yaşadık üçümüz. Asistan hanım yüzündeki robotumsu ifadeyi muhafaza ederek hemşiranımı gösterdi:

“Hadi izin isteyin bakalım alabilecek misiniz? Babam ölüm döşeğinde ben kızlarla evcilikteyim. Biri doktorculuk, diğeri hemşirecilik ben de azar işiten, profili düşük yurdum insanı teyzeyi oynuyorum.  

  “Girebilir miyim hemşiranım?” Vicdansız da biliyor babamın belki son dakikaları; aklı sıra beni o kıymetli anlardan mahrum etmenin keyfini çıkarıyor. “Hayır çünkü izinsiz girdiniz.” Robotumsu asistan hanım, donuk, mimiksiz bir ifadeyle yüzüme bakıp “kurallar” diyor.  Oyunu görünürde onlar kazandı, ben yenildim. “Çok sağ olun.” diyor ve ayrılıyorum. Manasız bir tartışmaya girecek ruh halinde değilim. Babamın ölümüne çeyrek var. İkisi de yanılıyor. O sırada babamı üç dakika görsem ne olur? Görmesem ne olur? Acı yaşatamadığınız bir anın zevkini yaşadınız hanımlar. Yalnız beni asıl rahatsız eden, o taş kalpli hemşiranımın, babamın ağzını yoğun bakımda temizlediğini söylemesiydi. Ah ki ne ah!  Babasına belki son kez bakacak birini o son andan mahrum eden yüreğin sahibi, kim bilir babamın ağzını nasıl temizlemiştir?  Ağzı kalın kabuklarla kaplıydı. Bakım çubuğunu değdirdikçe acısından yerinde hopluyordu babam.

Abdülhamid Han Hastanesinin nöroloji servisindeki yoğun bakım ünitesini gördüm. Yoğun bakım buysa, beni öyle yoğun bakıma koymasınlar. Hastalar genelde yalnız kalıyor olmalılar.  Bu durumda hastaların göz önünde yattığı normal servisler daha güvenli. Şimdi düşünüyorum da bana verdikleri anlamsız tepkinin nedeni, yoğun bakım ünitesinde hiçbir hemşirenin bulunmadığını görmemdi. Yazık, hastalar kaderlerine terk ediliyor demek ki. Belki de her yoğun bakım ünitesinde 7-24 tedavi ve bakım hizmeti zorunluluğu yoktur, bilemiyorum. Ziyaretçiler gelince göstermelik olarak salona bir hemşire giriyor belki de.  

Hastabakıcı Eyüp Bey’e teşekkürler

Hastabakıcı Eyüp beye teşekkürlerimi sunuyorum. Vicdanlı biri, elimde olsa kendisini hastanede önemli bir göreve getirirdim. Babama yeni sonda takılacaktı. “Takamam” dedi. Meğer prostat bölgesi şişmiş.  Rahatsızlığını son gücüyle debelenerek bildiriyordu babam; istemsiz hareketler olarak yorumlamıştık. Doktorların hiç ilgilenmedikleri bir durum. Eyüp beyin dikkati sayesinde babamın acıları o an için bir nebze hafifledi. Ne bileyim idrar miktarından mı bir yerden sorununu anlamaları lazımdı. Kaç kere prostat ilaçlarını alamadığını söylemiştim. Hayati önem arz etmediği için ilgilenilmemiştir. Ama bu can ya, insanın canı, yarası neredeyse oradadır ya, o yüzden önemsiyorum. 

Abdülhamid Han Hastanesi’nin kalite ödülünü hak eden anestezi yoğun bakımı

Babam, sanırım o kötü yoğun bakım ünitesindeki üçüncü gününde, anestezi yoğun bakım ünitesine sevk edildi. Abdülhamid Han Hastanesi’nin anestezi yoğun bakım ünitesi çok farklı. Sanki dört yıldızlı özel bir hastanenin yoğun bakım ünitesi. (Bu bölümde de hasta yakını olarak imza atılıyor. “Okuman yazman var mı?” diye soran olmuyor. İlk karşılaşmada anlaşılıyor, tüm ekibin kalibresi yüksek.)  Ayrıca son durak bir bölüm olmasına rağmen çalışanlar duyarsızlaşmamışlar. Babam en son anlarında, güvenli ellerdeydi. Canını o doktorların, hemşirelerin ellerinde teslim etmiş olması tek tesellim.   

Yoğun bakım ünitelerinde mortalite oranlarını yükselten

Tıbbi bir makalede görmüştüm. Yoğun bakım ünitelerindeki mortaliteyi arttıran sebeplerden biri de hastanın yoğun bakıma geç sevk edilmesiymiş. Baktınız ki hasta beslenemiyor, tedavi edilemiyor, ilaç verilemiyor, üçüncü sınıf yoğun bakımda ya da serviste süründüreceğinize, üst düzey bakım, tedavi yapılan, anestezi yoğun bakıma göndersenize.  Anestezi yoğun bakım ünitesine girer girmez ilaç tedavisi başlatıldı. Tedavi ve hastayı rahatlatmak adına ellerinden geleni yaptılar o bölümde ama artık çok geç kalınmıştı. Bilsem öyle bir bölüm olduğunu belki başaralı olmazdım (devlet hastanesinde kim dinler beni) ama babamı o üniteye aldırmak için mücadele verirdim.  

Koruyucu hekimlik

Devlet hastanesinin en sakıncalı yönü hasta, hasta yakınları, söz konusu hastalıkları hakkında fazla bilgilendirilmiyor, aydınlatılmıyor, uyarılmıyor. Randevu alıp polikliniğe gidiyorsunuz, vakit yok, arkada bekleyenler var. Hastanede yatıp çıkıyorsunuz, serviste hasta dolu. Doktorla konuşmadan elinize bir epikriz raporu tutuşturup taburcu ediyorlar. Daha ikinci inmede, Haydarpaşa Numune ’den çıkarken, doktorlar, bizi uyarmalıydı. (Babam hekimdi ama ilaçlarını düzenli aldığı, en küçük şikâyeti olduğunda hastaneye başvurduğumuz için kendini güvende hissediyordu. Zaten üst üste pıhtı attığı dönemde, mesleki yeteneklerini büyük ölçüde kaybetmişti.)  Babamın damarlarının pıhtılaşmaya yatkın olduğunu, her an kötü bir sürprizle karşılaşabileceğimizi söyleyebilirlerdi.  Her ihtimale karşı sık aralıklarla rutin tetkikleri yaptırabilirdik.

Geçtiğimiz günlerde, sağlık hizmeti için evlere giden bir hemşiranımın kartviziti geçti elime. Verdiği hizmetler arasında İnr değeri kontrolü de var. Anladım ki dışarı kolay çıkamayan bazı yaşlı hastalar evlerinde inr değerlerine baktırıyor.

Aslında bir doktora pıhtı atmaması için ne yapabiliriz? diye sormuştum, fazla bir şey söylememişti. “Yaş ve hareketsiz yaşam tetikleyebilir.” demişti sadece. İnme geçiren kim varsa elimden geldiğince uyarıyorum, “danıştığınız özel bir doktorunuz olsun, inme üzerine araştırma yapın.” diyorum.

Kader

Bütün bunları anlattığım en seküler tanıdıklarım bile “’Kader’ diye bir şey var.” diyorlar. O zaman, yanlış teşhisler, hatalar zinciri, birilerinin hayatına mâl olsun, “kader” diyelim geçelim. Bu şekilde vefat etmek babamın kaderinde var idiyse, benzer sağlık sorunları olup, kaderinde ölüm olmayanların alacağı tedbirler de vardır.  

Babamın aritmisi, kalp sorunu, reflü diyetini titizlikle uygulamasına rağmen tedaviye cevap vermeyen reflü hastalığı, bir de damar yaşlanması vardı. Bunlara eşlik eden başka sağlık problemi yoktu. Beş altı sene önce, kalpteki sorun Mahmut Akyıldız gibi bir doktor tarafından halledilseydi, damarlarındaki plaklar, babamın hastalık hikayesine vakıf, bir doktor ya da hastanenin takibinde olsaydı, babam şimdi içerideki odada koltuğunda oturuyordu. Yüz yaşına kadar da yaşardı.