"Enter"a basıp içeriğe geçin

Yunus Misali

Geçenlerde eski bir arkadaşımla yazışıyoruz…

“Nasılsın, ne yapıyorsun?” diyorum, “Delireceğim kafayı yiyeceğim” diye cevap geliyor. Tedirgin oluyorum. Geçtiğimiz aylarda büyük bir trafik kazası geçirdi. Kardeşinin durumu hâlâ ciddiyetini koruyor. Aklıma kardeşi geliyor hemen. “Niye, ne oldu?” diye mesaj atıyorum. Cevap gelene dek dualar mırıldanıyordum. Cevap aynen şöyle: “Ülkemin haline baksana şehit üstüne şehit” diyor. Ondan alıyorum o günkü gündemi. Zira “IŞID iki Türk askerini yakarak şehit etti.” muammasında geçirdiğim kriz sonrası bırakmıştım haber sayfalarının takibini. Verdiği cevap karşısında ne diyeceğimi bilemiyorum. Kardeşine bir şey olmadığı için mi sevinsem, haber için mi üzülsem bilemiyor, duygu karmaşası yaşıyorum. Arafta kalıyorum. Sonraki konuşmalarımız karşılıklı ahkâm kesmekle devam ediyor her Türk vatandaşı gibi. Bölünmeyeceğimizden, geçmişteki kahramanlıklarımızdan, gelecekteki cesaretimizden dem vuruyor, birbirimize caka satıyoruz adeta.

O kadar çok seviyoruz ki milletçe bu gibi politik konularda eleştiride öneride bulunmayı. “Ne olacak bu ülkenin hali?” der başlarız söyleve. Hükümeti eleştiririz, muhalefeti, ana muhalefeti, hızımızı alamaz mevcut politik düzeni eleştiririz adeta bir politikacı edasıyla. Kendimizce felaket senaryoları kurar politikacılara da rol biçeriz. Tabi tüm bunları yaparken kendimize hiç taş değdirmeyiz. Peki, tüm bunların ötesinde biz bu ülkenin ferdi olarak ne yapıyoruz?

Ne yapıyoruz ben naçizane söyleyeyim. İnsanları etiketliyoruz, taraf oluyoruz, taraf tutuyor, insanları taraf tutmaya zorluyoruz. Savunduğumuz partiyi, ideolojiyi dava biliyor, namus addediyoruz. Kimliğimizle özdeşleştiriyoruz. Heleki biri bir eleştiride bulunsun sanki en mahremimize dokunmuşcasına, yurdum insanının ne nankörlüğü kalıyor gözümüzde ne vatan hainliği.

Her konuda aşırılığa kaçmayı seviyoruz. Ülkedeki güzel insanları ayrı ayrı sevemiyoruz. Birilerini ayırıyoruz, ama öyle alenen değil. Çoğu zaman fark etmiyoruz yaptığımızı. Vatanı sevmekle, ırkçılığı karıştırıyoruz. İkisini aynı kefeye koymaya kalkıyor, aynı terazide tartmaya çalışıyoruz. Bunu takip eden aşırı milliyetçi duygularımız Kürt sorununu tırmandırıyor fark etmiyoruz.

İki karşıt parti liderinin, iki rakip takımın birbirine sarıldığı Leyla ile Mecnun sahnesi geliyor aklıma. Düşünsenize: Sağ-sol, Muhafazakâr-Laik, Alevi-Sünni… Hangi kutupta olursa olsun insanların huzur, barış içinde yaşadığını. Ötekileşmenin, etiketlemenin olmadığını. İnsanların birbirine sağduyuyla yaklaştığı, birbirlerini dinledikleri ve en önemlisi anlamaya çalıştığı, diyaloga açık olduğu bir Türkiye daha yaşanılası olmaz mıydı sizce de?

Tüm bunları değiştirmek için ne bir partiye, ne bir lidere, ne de bir ideolojiye ihtiyacımız var. O ipeklere sarıp sarmaladığımız evin bir köşesine sakladığımız sevgiyi, saygıyı çıkarsak kâfi. Saygı duymak için aynı fikre sahip olmamız gerekmiyor. Kutuplara ihtiyacımız yok birbirimizi sevmek için. Dili, dini, ırkı, düşüncesi, tarafı ne olursa olsun sevelim. Yunus Emre misali yaratılanı yaratandan ötürü sevelim.

Sevgilerimle…