Her zaman kendi ayakları üzerinde durmaya çalışan bir insan olmayı yeğledim. Gün oldu ikinci elden giyinip kuşandım, gün oldu keşke benimde olsa dediklerim oldu. Ama yılmadım; çalışmam gerektiği zaman inanarak mücadele ettim, neyse gayem kendi methiyemi düzmek değil.
İçinde yaşadığım toplumu kendimi tanımam geçtiğimiz yaz ayında kısmet oldu. Öyle bir fotoğraf karesi çektim ki sormayın gitsin.
Peki nasıl mı oldu?
Açıklıyayım. Ben İstanbul’da bir Alışveriş merkezinde birkaç aylığına çalışmak için işe başladım. Öğrenciyiz ya hayat öyle kolay değil. Başkasının minnetini çekmeden, hizmet sektörünün kahrından bir tutam almadan öğrenciliğin de kıymetini anlamayız (çoğumuz).
Neyse gittim Alışveriş merkezine iki iş yerine yaptım başvuruyu akşam olmadan birinden geri dönüş aldım. Ertesi sabah tıraşı olup geçtik işin başına. Allah’tan daha önce elimin değdiği tezgah ya (çalıştığım bir alan) çok sıkıntı çekmedim. Ortam mı? Bildiğiniz üzere tüm kurumlar da/sektörler de olduğu gibi bu alanında/sektöründe çivisi çıkmış. Ama her geçen yıl biraz daha fazla çıkıyor ya.
Velhasıl kelam ilk bir hafta gözlem ağırlıklı işi yapmaya çalışıyorum ve zamanla performansı ikiye katladım. İşte ondan sonrası pek hayra alamet olmadı. “Dedim ya işin çivisi çıkmış.” Diye. İşinizi iyi yapmaya çalıştığınız için alanınıza girmeyen insanlarla kavgalı oluyorsunuz. Mesela sıcak bir lavaş 15-20 dakikada çıkar mı! Yahu olacak iş midir? Diye feveran edince başlıyor çatışmalar. Tabi kendi alanıma girmeyenlerle sıkıntım olmazdı. Lakin işin hakkını vermeyelim diye iyi kavga eden dalkavuk emekçilere de rastladım (demek ki her alanda varmış bunlardan).
Meselenin kalbinin attığı yer, yani sözün özü bunlar değil aslında. Oraya gelmeden birde müşteri niyetine gelenler nasıldı? Bir de o kısma değineyim hemen. Yemek sektörüne yıllarını vermiş üstatlar daha iyi bilirler neyin ne olduğunu, yine de ben size kısaca ifade edeyim. Şöyle ki: Yemek yemeye gittiğinizde masa masa gezen hödüklerden olmayın, oturduğunuz masa kirli ise müsaade edin silinsin (daha az sövülme kısmetine nail olursunuz). Bahşiş verdiğiniz zaman alay edercesine 5 ile 50 kuruş bırakmayın, ya insan gibi elinizin cebinize atın ya da elinizi cebinizden bırakmayın (yani bahşiş vermeyin). Bunlar sadece küçük emsaller.
Birde meselenin şah damarına/temel algısına bakalım mı?
Emekçi kardeşlerimden Bora’yla broşür dağıtmaya çıktık. Normalde görev alanımızın dışı ya sıkıysa sesini çıkar anında… Anladınız, neyse çok takılmadım. Olacakla öleceğe çare yoktur, hesabından başladık broşürleri dağıtmaya (tabi Alışveriş merkezinin içinde dağıtmak yasak). Ben E-5’in diğer tarafında Bora Alışveriş merkezi tarafında dağıtmaya çalışıyoruz. Baktım elimdekiler bitecek gibi değil köprünün altından sağından solundan (birde küçük bir park vardı) parkın içinde gezinmeye başladım.
Elimdeki broşürler azalsın diye yedi değil yetmiş yedi takla atıyorum. Neyse o ara parkın içinde iki gence denk geldim. Broşürleri verirken bir tane yağız delikanlı ile yanında (zannımca) sevdiği kız onlara da verdim birer tane. O ara abiden bir öneri aldım. “Abi önerin ne?” Diye sordum tabi. Verdiği cevap karşısında maalesef haşat oldum: “Kardeşim ben de daha önce bu işi yaptım. Sana kısa süreç içerisinde bitirme önerimi sunma mı ister misin? Bak şimdi senin bunları teker teker dağıtmanla bitecek iş değil. Bana verildiği gün ben hepsini çöpe attım, ve arkadaşlarımla çay içmeye gittik.” Önce şöyle bir kendimi silkeledim ve daha sonra cevaben kendisine sadece bir soru sordum. “Peki siz o günkü kazancınızın helal olduğuna emin misiniz, Vicdanen rahat mısınız?” Diye sordum. Cevabı almadan uzaklaştım.
Bu (benim için) meşhur olan parkta yaşadığım bir diğer olaya gelecek olursam. Yine iki birbirini seven gence denk geldim, bölmeden önce broşürü erkeğe uzattım. Daha bayan arkadaşa yönelmemişken figanı feryadı başladı. “Ama biz burada özel bir konu konuşuyoruz.” Diye. Tabi benim başıma sanki donma derecesine varmadan dökülen bir suyla (teşbihinden) irkildim. Ve acılı olarak gözlerim dolu yaş şeklinde: “Ama bu benim ekmek param.” Deyip, erkek arkadaşının elindeki broşürü çektim.
Tüm bu olumsuzlukların yanında çok değerli, yardımsever, emekçiye saygılı insanlara da tanıklık ettim. 35 Yaş üstü insanların ne kadar duyarlı olduğunu, 35 yaş altı ise ne kadar pervasızca davrandığını öğrendim (tabi genel için diyorum, muhakkak ki 18 yaşında veya farklı yaşlarda çok merhametli, saygılı insanlar vardır).
O gün orada insanları ve kendimi tanıdım. Türkiye’nin cennetten cehenneme (iyi olandan uzaklaşmasına) gidişine tanıklık ettim. O gün orada onlarca, yüzlerce belki de binlerce fotoğraf çektim (kendi kafama kazıdım). İyi ile kötünün, güzel ile çirkinin karmakarışık bir yapı haline geldiğini anlamak zor oldu. Ama maalesef bu gerçekti. Hep şikayetçi olduğumuz yöneticilerin/bürokratların… Hepsinin harcını gördüm. Bir toplum ki eğer vazifesini iyi yapmaktan kaçarsa cehennemini kendi eliyle hazır ile nazır etmiştir. Benden size bir kardeş tavsiyesi kendiniz olun. Ve ara ara ben kimim? Diye kendinize sorun.
26.10.1998 tarihinde hayata gözlerimi açmışım.
“Hepimiz bir dünyanın ortak vatandaşlarıyız.” Bundan dolayı ırk, dil, din, memleket… Önemsiz (en azından benim için).