45 okuldaşımızla birlikte Van ve çevresine bir gezi yaptık.
Bu dost grubunda; 1960 yılı öncesi ve sonrasında Erzurum, Bingöl, Rize, Trabzon, Gümüşhane’nin köylerinde ilkokulu bitirmiş, 12 yaşında iken girdikleri sınavı kazanıp Yavuz Selim İlköğretmen Okulu’nda 6 yıl parasız yatılı okumuş, 9 yıllık mecburi hizmet borcuyla öğretmen olmuş ve şimdinin emeklileri ile onların birkaç yakını vardı.
Okuldaşların, hele de ‘yatılı’ okumuş onların arasında çok güçlü bir bağ vardır. Bu öyle bir bağdır ki, 65 yaş üstü olmuş bizleri, yıllar sonra da sık sık bir araya toplayabiliyor.
Bu gezimizi, sevgili Muzaffer Yılmaz arkadaşımız ve önceki yıllarda özenli turizm hizmeti aldığımız Sayın Engin Pişkin’in organize etmesi sonucu “Gagik Tur” bizi; antik tarihini, sosyolojisini, coğrafyasını pek bilmediğimiz Van’da buluşturmuştu.
7-11 Mayıs günleri için detaylı bir gidiş- dönüş planlaması yapılmış, konaklama, alışveriş ve beslenme yerleri özenle seçilmiş, bize de özlem giderecek muhteşem bir gezi yapmak kalmıştı.
Birlikte gezip gördük, çokça ‘Aaa!’ dedik çocuk-ergen günlerimizi anıp güldük-üzüldük ve çok güzel anlar yaşadık. Gelecek için de kurgular yaptık. Şimdilik bu anlardan sadece birini, beni en çok düşündüreni paylaşmak istiyorum:
9 Mayıs günü, Başkale ilçesine bağlı pek çok peri bacası, tüneli, mağara donatısı olan bir tepenin eteğindeki Yavuzlar (Kürtçe ismi: Taxık) köyüne gitmiştik.
Tezek tepeciklerinin yükseldiği köy meydanında iken birdenbire, kızlı-erkekli gözleri ışıldayan ve cıvıl cıvıl sesler çıkaran bir grup ilkokul öğrencisi etrafımızı sardı.
Tabii ki, serde öğretmenlik olunca, bizler de onlarla çabuk kaynaştık, şakalaştık, söyleştik, erkek çocuklar pek katılmadı ama kızlarla birlikte Türkçe şarkı ve türküler söyledik.
Ben de fırsat buldukça onlarla Kürtçe konuştum, çok sevindiler. Bir ara: “Haydi çocuklar, bir de Kürtçe şarkı söyleyin.” dediğimde o küçücük çocuklar; başlarını eğip gözlerini kaçırdı, utanmış olanın üzüntüsü ve çaresizliği içinde: “Bilmiyoruz” dediler.
“Peki, siz evde hangi dilde konuşuyorsunuz?” sorumu ise hep birlikte: “Kürtçeee!” diye cevapladılar.
Aslında ben de bu utancı ve çaresizliği yıllar yıllar önce yaşamıştım.
Şöyle ki:
Yedi yaşıma kadar anadilim Kürtçeyi konuşan, masallarını dinleyen, şarkılarına müzik becerisi olmayan biri olarak eşlik eden yaramaz, esprili, mutlu bir çocuktum.
Bir sonbahar günü kapımıza gelen dilini bilmediğim, ismini de sonraki günlerde öğrendiğim öğretmenim Mehmet Ali Seferoğlu, okula başlamam için elindeki deftere ismimi yazınca çok mutlu olmuştum. (Bu saygıdeğer çağdaş öğretmenim ile halen görüşüyor ve ondan çok dersler alıyorum).
Ben artık bir okullu olmuştum. Yaşasııınnn!
1.2.3. üç sınıflar bir aradaydı, öğretmenimiz de beni okula kayıt eden ve dilimizi bilmeyen (çok çok sonra öğrendik ki, o da Kürt’müş) M. Ali öğretmen olmuştu.
Günler, aylar geçti; baharda doğa uyandığında bizler de artık Türkçe yazan-okuyan-konuşan-şiir-şarkı söyleyenler olmuştuk artık.
“Evde ve köyde, Kürtçe konuşmak yasaktı!” biz de alacağımız cezanın korkusuyla, biraz biraz öğrendiğimiz Türkçe ile hiç Türkçe bilmeyen anne, dede, ninelerle Türkçe konuşmaya çalışıyorduk. Ve tabii ki, bu süreçte pek çok trajikomik durumlar da yaşıyorduk.
***
Bir yazımda belirtmiştim: İstanbul’un dörtte üçünden (3/4) daha da az nüfusu olan Belçika’da üç resmi dil var, bu dillerden biri olan Almanca, ülke nüfusunun sadece %1’nin anadilidir.
Oysa, bizim ülkemizde nüfusun en az %20’si yani her beş kişiden biri Kürttür.
Peki, bizim ülkemizde neden Kürtçe resmi dil kabul edilmez ve her insanın insan hakkı olan “kendi anadilinde eğitim alma” hakkı sağlanmaz?
Kürt vatandaşların kendi anadilleriyle eğitim görmesinin ne sakıncası var ki?
Kaldı ki, insanlar anadilleriyle daha iyi konuşur, anlar, anlatır ve üretir.
Genel kabul gören bir görüşe göre: bir eserin çevirisi hiçbir zaman insana o eserin kendi dili ve kültüründeki karşılığı kadar imge, sezgi, düşünce, haz, duygu yoğunluğu yaşatıp etkileyemez.
İnsanlar, kendilerine özgü renkleriyle, kültürleriyle, becerileriyle, ev, sokak, okul, kent, ülke ve dünyada daha zengin bir yaşamı var ederler. Böylece dünyamız monoton olmaktan kurtulur çok sesli, çok dilli, çok renkli bir çeşitlilik kazanır.
ASLINDA BEN BİR ÇEVİRMENİM!
Hem de anadilimi yeteri kadar bilmeyen bir çevirmen. Hani bir konuda yeterli bilgisi olmayanı, cahil sayarlar ya, ben de anadilimin cahiliyim.
Çünkü ben, anadilimin alfabesini, gramerini bilmeyen ve okuryazarı olmayan biriyim.
Benim başka bir dilde yıllarca okumuş olmam, meslek edinmem, duygu ve düşüncelerimi yazan bir olmam da bu eksikliğimi gideremez.
Size ilginç gelebilir mi bilemem, benim tüm sezgi ve duygularım, gramerini, hatta alfabesini bile pek bilmediğim anadilimle bezeli…
Türkçe yazarken bile çoğu zaman anadilim Kürtçe ile düşünür, onunla oluştururum duygu, bulgu, yargı ve düşlerimi.
Ancak ne yazık ki bu kazanımlarımı etkili olarak anadilime aktaramıyorum!
Bu yüzden de anadilimle konuştuğum dost ve akrabalarım karşısında zor anlar yaşıyorum. Onlar beni gülerek değil, gülümseyerek dinlerler, ama ben onların samimi duygularını düşündükçe utanırım. Gerçi, insanın faili olmadığı bir utançtan, utanç duyması da ayrı bir utançtır ya!
Olması gereken, anadilin ve sonrasında öğrenilen tüm dillerin birbiriyle kaynaşıp, kültürel alışverişte bulunması, birbirini zenginleştirmesidir. Fakat öğrendiğimiz Türkçe ve onun yasakçı şoven savunucuları, anadilimizi hep kötülemiş onu hep yok etmeye çalışmışlar.
Hani kekeme biri, şarkı ve türkü söylerken kendisini daha rahat ve akıcı olarak dillendirir ya!
Ben de anadilimde kekemeyim, rüya, hayal, sezgi, duygu ve bulguları Kürtçeden alıp Türkçeye çeviriyor, sonra bunları Türkçe okuyup, yazıp, anlatıyorum.
Türkçe, benim kekeme olmadığım, anlatı, yazı, şarkı, türkü dilim…
Sanırım, kendime niçin çevirmen dediğimi şimdi anlatabildim.
Farklı renk ve çeşitlilikklerimizle Türkiyeli olmak hepimize yeterken, neden herkesi zorlayarak, yasaklayarak Türk yapmaya, tüm dil ve kültürleri Türkçe içine hapsetmeye çalışılıyor?
Neden?
Şimdi hem baba hem de dedeyim ne çocuklarım ne de torunlarım benim anadilimi biliyor!
Korkum o ki, anadilim bunca faşist baskı altındayken, giderek bir “Hopi Dil” (2000 yılında sadece 5.262 Kızılderilinin dili) olacak.
Peki, biz şimdi ne yapmalıyız?
Emin Toprak- DOSTÇA
Bingöl-Kiğı- Zeynelli Köyü’nde 19/03/1950’de doğdum.
Köyümde İlkokul (1957-1962)
Erzurum Yavuz Selim İlköğretmen Ok.(1962-1968)
İstanbul Atatürk Eğim Enst. Eğitim Böl.(1973-1977)
ve Marmara Ün. PDR bölümü Lisans tamamlama…
5 yıl İlkokul Öğretmeni,
16 yıl Rehber Öğretmen,
19 yıl Eğitim Müfettişi olarak 40 yıl çalıştım.
2013 yılında emekli oldum.
Halen emekli Matematik öğretmeni eşimle birlikte İstanbul’da oturmaktayız. 2 çocuk ve 2 de torunumuz var.
https://etoprak1950.blogspot.com/
Blogumda DOSTÇA yazılar yazıyorum.