"Enter"a basıp içeriğe geçin

Gönülsüz Gönüllü Kölelik

İnsanoğlu, sevdiği/bağlandığı şeyin gönüllü kölesidir. Aslında belirli bir zamandan sonra bundan kolay kolay kopmak mümkün olmadığından, bir bakıma buna “gönülsüz gönüllü kölelik” de denilebilir.


İnsanı kalp-ruh-bedenden müteşekkil bir varlık olarak görenler sevginin/bağlılığın mahalli olarak gördükleri kalbe büyük önem vermişler, insanın ıslahının ancak kalbin ıslahıyla mümkün olacağını savunmuşlardır.


İnsanı bir makina, bir araç olarak görenler de yine kalbe yönelmişler. Bu yüzden sûni/yapmacık dünyalarıyla kalpleri çelmeyi, bu sayede kendi saltanatlarına gönüllü köleler edinmeyi amaçlamışlardır

Taşıma suyla dönen bir değirmenin, değirmene su taşıyan milyarlarca gönüllü köleleri.

“Bize faydası nedir”, “getirisi nedir” diye hesap etmeksizin sevdiğimiz şeyler uğruna saatlerin, günlerin yılların hatta ömürlerin harcandığına şahit olmaktayız maalesef.

Üstelik özgürlük adına!

Soruların düzgün sorulmadığı yerde cevapların doğru olmasını bekleyemeyiz elbette. O yüzden önce şu soruları sormalıyız:

Biz gerçekten özgür müyüz? Peki insan için özgünlük nedir? Bizi maddeye bağlayan şeyler mi? Yoksa bizi maddeden kurtaran şeyler mi?


Bu sorular soru olarak kalsın, şimdilik!

İnsanoğlunu diğer canlılardan ayıran özelliği kendisiyle istekleri arasına, daha özel bir tabirle kendisiyle madde arasına mesafe koyabilmesidir.

İnsan maddeden uzaklaştığı ölçüde maddenin hakikatine varır. Maddeden uzaklaşmak derken, kalbin maddeye bağlanmamasını kastediyorum.

Kalp bir şeye başlandığı ölçüde hakikatle arasına perdeler girer. Gözü görmez olur, kulağı duymaz. Kalp bağlandığı şeye doğru sahibini sürükler götürür. İnsan sahip olduğu özelliklerini kullanamaz olur.

Mesela bir bal arısı hikayesi verelim: Bu bal arısı ilk başta bal yapan faydalı bir canlı iken, zamanla aklına balın tadına bakmak düşer. Balı tadınca, balın tadı hoşuna gider. Balı yemeye devam eder, ancak nihayetinde bala yapışıp kalır. Bu, en nihayetinde kendi sonu olur.

Yine kıssadan hisse amaçlı, Hazreti Mevlâna’nın hikaye ettiği şu pasajı özetle verebiliriz:

Adamın biri gül bahçesinden geçerken gül kokusuna dayanamayıp oracıkta bayılmış. Ne kadar ayıltmaya çalışmışlarsa da ayıltamamışlar adamcağızı bir türlü. Bayılan adamın bir dostu oradan şans eseri geçen olaya şahit olmuş. Durumu anlamış. Gidip bir avuç köpek pisliği alıp adama bir güzel koklatmış. Adam köpek pisliğini koklayınca ayılıp kendine gelmiş. Sonra kendisine bunun hikmeti sorulunca şöyle demiş:
“Bu adam köpek bakıcısıdır, köpek pisliğine alışıktır. Ona bu pisliğin kokusu misk gibi gelir. Gül kokusu ise alışık olmadığından buna ağır gelmiş ve dayanamamış bayılmış. Bu yüzden zihnini, hassalarını harekete geçirmek için köpek pisliğini koklattım”

Bu adamın zahiren zihni, hassaları ne kadar harekete geçse de, hayatın anlamı, gerçek anlamda felce uğramıştır…

Suflî alışkanlıklar da böyledir. Gül kokusuna alerji duyar hale getirir insanı…

Kalbe kendi aleminden sürekli telkinler yapılmaktadır. Bu telkinler ulvi olabileceği gibi süfli de olabilmektedir. İnsan, sahip olduğu ilim, bilgi, ma’rifet vasıtasıyla bunları ayırt edebilir.

Ancak insanın yalnızca bir şeyin iyi ya da kötü olduğunu ayırt edebilmesiyle problem çözülmüyor maalesef; kalbin ulvi yolculuğuna devam edebilmesi için süfli isteklere karşı koyacak bir güce ve iradeye de sahip olması gerekir.

Bunun için, tasavvuf terminolojisinde geçtiği üzere riyazet ve mücahede ile kalbi tezkiye etmek gerekir.

Kalbin aynasında hakikat ışıltılarının parlaması bu şekilde gerçekleşir. Kalp maddenin ötesinde, aşkın olana yol alır.

Bu, insanın kölelikten azat olarak özgürlüğe kavuşmasıdır.


Hilmi Ziya Ülken’in şu sözleriyle bu meseleyi özetler niteliktedir:

“İman sayesinde insan hem güç kazanır hem de başka insanlar ve tabiat üzerindeki egemenliğini sürdürür. Bu egemenliğin ilk adımı arzularına gem vurma şeklinde dinî yasaklarla başlar. Toplumların her döneminde ve her yerde emirler ve yasaklar sisteminin bulunması bundandır. İman insanın kendi kendini aşmasını sağlar, bu da onun özgürlüğünü kazanması demektir. Sonuçta insan inkâr ettiği için değil kabul ettiği için özgür ve büyüktür.