"Enter"a basıp içeriğe geçin

Acılar Sayesinde Varız


Dünya’ya geldiğimiz anda başlar acıyla yolculuğumuz. Emeklemek, yürümek, koşmak için çabalarız, düşeriz, acır bir yerlerimiz… Biz büyüdükçe de devam eder gider acılar:

Hayatta istenmeyen şeyler olur; acıtır içimizi. İstemeyiz işte, ruha ve bedene soğukluk verir bazıları: Mesela kışı sevmeyiz, yaz gelsin isteriz. Yağmuru gök gürültüsü, şimşeği pek sevmeyiz; içimiz ürperir, Güneş yüzünü göstersin, diye bekleriz. Geceler karanlık olduğu için sevilmez pek; güneşin doğacak olması umutların var olması olarak adlandırılır şiirlerde. Hastalığı da istemeyiz hiç, bedenin yataktaki hapsidir o, acı ve ıstırap içinde; sağlığımızı özleriz.

Ancak şunu da biliriz ki yaz mevsimi kışa göredir; gücünü, gıdasını kıştan alır. Güneş doğmak için batmak zorunda. Gün dinlenmek için geceye muhtaç, doğa canlanmak için yağmura. Sıhhat değerinin bilinmesi için hastalığa müpteladır adeta. “Her şey zıddıyla bilinir.”

Var olma yolculuğunun kesişme noktasıdır acılar beldesi. Her şey, herkes hasebince nasiplenir: Tohum büyümek, ağaç olup serpilmek için toprak altında hapsi göze alır mesela. Buğday ekmeğe dönüşmek için nice eziyetleri göze alır.

Kaba bir demirin, demircinin körüğünde yanarak, örsünde çekiciyle dövülerek şekle girmesi gibi; bir kütüğün marangozun elinde eşya alabilmesi gibi; İnsan oğlu da canı yandıkça, hayattan beklenmedik darbeler indikçe ensesine şekle girer, kişiliği şekillenir.

Hayat acıdır; can yakar!

Ancak hikmet yolunda “acılar” hayat iksiri gibidir. Acılar olmasaydı eğer, İnsanlık onu icat ederdi, uyanışı için. Sokrates, “ben halkımı uyandıran bir at sineğiyim; başınıza ben öldükten sonra bir sinek musallat olmazsa vay halinize” demişti, savunmasında.

Biz yolcuyuz hayat yolunda, ayağımıza taş da değer bu yüzden, başımıza yağmur da. Bazen sığınacak bir kuytu buluruz sığınmak, soluklanmak için. Bazen ondan da nasibimiz olmaz ya. Yolda kalmamak için yürürüz. Üşürüz, düşeriz, çünkü bizler beşeriz. Ama gideriz, canımız yansa da.

Acılar bazen bireye, bazen topluma isabet eder. Bazen kendi içimizde yaşarız, yanı başımızda ki dahi bilmez içimizde kopan fırtınaları. Bazen toplum olarak yaşarız herkes anlar ki insan olarak ortak dertlerimiz olabileceğini.

Musibetler, salgın hastalıklar da ademoğlunun hayat yolculuğunda, yolda birer taş, engel gibidir. Düşenler olur, kalkamayanlar olur, korkanlar olur. Canı yananlar olur bu yüzden.

Ancak bizlere doğru gitmeyi öğretir. Taşa takılmamayı. Düşersek kalkmayı. Bir daha düşmemeyi. Her şeyden öte her an düşebileceğimizi.

Dedik ya bizler yolcuyuz. Nerede biteceğini bilmediğimiz bir yolun yolcusu.

Önemli olan yolun nereye gittiği değil mi?

Eğer bu yolculuk O’na ise, kavuşmak için biraz canın yanması da gerekmez mi?

“Mevlana” olmak için yanmak, her şeyden öte Mevla’ya kul olabilmek için yanmak. Ham iken pişmek, sonra yanmak. Canımız yandıkça “Câna” kavuşmak. Acıları sermaye bilip, O’na kavuşmak.