"Enter"a basıp içeriğe geçin

Yok edilen hayatların hikâyesi

Çocukluk aşkının yüzüğünü eline verdi, dağın yolunu tuttu. Amacı belki de sadece dilindeki tutsaklığı çözmekti. Ne kadar mümkün olur muamma ya, lakin imkansızlık bile kimi zaman güzeldir. Hele ki insanın gayeleri olunca. Tuttu dağın yolunu tabutla geldi. Azad’ı son yolculuğunda sevdiğinin göz yaşları onu Azad etti.

Aynı toprakta yoğrulmuş kardeşi Mehmet annesinin eline uzandı, uzun uzun öptü. Vatani görevini yapmak için yola çıktı, üç ay beş gün sonra şehadet haberi ulaştı eve. Annesi Mehmet’ini yalnız bırakmadı, kalp krizi bahane oldu ona kavuşmaya. Aynı anne Azad’ın acısını sevdalısıyla unutuyordu, onu her gördüğünde saçlarını koklayıp hasretine o an son veriyordu.

Lanetli toprakların üzerinde yaşıyorduk belki kim bilir! Aynı aileden aynı gün birbirlerinin kurşunuyla hayata göz yummuş iki kardeş, iki insan. Kalbinde iki oğulun kokusu, buram buram hasretle kalp krizinden gözlerini oğul sevgisiyle hayata kapatan anne. Peki, tarif edilebilir mi bu acı, izahı mümkün müdür dersiniz? Hangi dilden, ırktan, mezhep ve meşrepten olursa olsun tarifi mümkün olmayan acılarımız var.

Gül kokulu annelerin yitik göz yaşları aha meydan da duruyor, daha nasıl söyleyebiliriz ki; ölümsüzlüğü özledim anne, diye. Tozun toprağa karıştığı yer burası, sıkıysa şimdi ayıkla pirincin taşını. Çözümsüzlüğe oynadı mı bu kez de, o zaman bir ah çokça keşke çekmenin tam zamanı. Mehmet’in mektubu bir elde, Azad’ınki diğer elde. Baba Nusret ellerine bakıyor, iki mektup bir hiç. Hangisinden başlamalıyım okumaya diye düşündükten sonra hatıralar gözlerinin önünde silsileler halinde yayılmada. Karar kıldım, her birinden bir satır okumaya. Bir Mehmet’in mektubundan okudu bir cümle Azad’ınkinden.
“Karşıdan kurşunlar yağmada, şaşkınım, ürkeğim ve acımasızım baba, herkes gidiyor, tüm kardeşlerim toprakta. Mehmet abimin kokusu var tam karşıda baba, yaralıyım ama tutsak dilin öcünü alacağım. Şimdi bir kurşun geldi kalbime Azad’ın şakalaşırken attığı tokat gibiydi, ama bırakmayacağım kendimi yere, vatan adına. Vurdum baba, tutsak dilim adına, lakin çokça içim acıdı ilk defa karşıdan Mehmet abimin sesi gibi bir ses ahlar içinde. Son kurşunum bırakmak yok mevziyi gözlerinden öptüğüm annem, sarıldım son kurşuna çektiğim tetik düşmanın anlanı benim kalbime saplandı. İçim cız ediyor, hem huzursuzum hem de uykusuz, gözlerim kapanıyor babam.” İki mektubun yarısında karşılıklı okumalarla kesilen soluğuna karşın, kafasını duvarlara vura vura nefes almaya çalışıyordu. Oksijen eksikliği değil, onlarca aileden birinin yok oluşuydu kendisinin ki. Aynı gün üç cenaze.

Yiğit baba Nusret eline kalemi kağıdı aldı.
“Anlatacaklarımla acılarım son bulur mu bilmem, yazmadıkça daha çok yürek kanayacak en azından bildiğim budur. Sonuncu cümleyi ilk başa yazdın be Nusret dedikten sonra, devam etti sözlerine olsun sonsuz acıyı da hayatımın ortalarında tatmaya benzer. Kendi kendine konuşmasına ara vermesi gerekiyormuş gibi son verdi sözlerine. İkinci günün ilk sabahı üç kayıp karşısında bitkin bir adam. Yazmaya çalışıyor. Yazdıkça boğulmak, boğuldukça özgür olmaktı yaşadığı. Son sözlerini bağladı, bir ay sonra çıkan kitabına baktı. “Dağdaki çocuklar vatanın evlatları” gümbür gümbür güme giden onlarca hayatı konu almıştı, kitabın son sözüne: “Her şey insan için, insan hiçbir şey içindi” dedikten sonra noktayı koymuştu. Ama şimdilik. Dağda ölen çocuklar, Bizim tımarhane, Kara lahana, Biz kimiz… Adında onlarca eser yazıyor, sert rüzgarlar estiriyordu. Hakkında açılan davaların sayısını unutmuştu bile…”

Koca koca yalanların küçücük gerçeklerini yazdım, ölmeden önce edebi hayatıma çoğu kimsenin küfredeceği bir eser bırakmak istiyorum. “İnsanı yok eden davalar” adıyla ama kültür bakanlığının şimdilik bu kitabın basımına izni yok, eğer bir gün mümkün olursa birkaç dosta bırakacağım kopyayla insanlığa bir nebze olsun sözümü söylemiş olurum, ama en başta kendime ve evlatlarıma söylemiş olacağım.

Nusret verdiği bir röportajda kitabın içeriğine dair birkaç söz söylemişti.
“İnsan hayatının ne kadar mukaddes olduğunu bilmek için bizlere bahşedilen hayata bakmalıyız. Eğer hayatımızı anlamsız ve gereksiz bulmaya başlarsak yeni yetme yollara başvururuz, sözün özü birbirimizi yeriz. İki evladını kaybetmiş bir baba olarak konuşuyorum, hatta daha ilerisini söylemek gerekirse birbirini öldürmüş iki oğlumun babası olarak ifade edeceğim kitabın içeriğini. Unutmak gibi olmasın birbirini öldüren iki oğulun acısına dayanamayan eşimin vefatını da hatırlatmak isterim. İçinde bulunduğumuz coğrafyada bize yetmeyen ne var? Toprak, su, hayat… nicesi, hepsinden bolca avuçlarımızın içinde ama yetmiyor, çünkü bizler birbirine yasaklı hâle getirilmiş iki ırkın, rengin, soyun veya sopun olduğu bir ülkenin evlatlarıyız. Birbirinin kültüründen dahi korkan, keza günlük siyasi şovların mağduru olan kimseleriz, açıkça ifade etmek gerekirse toplum değil yığınız, güçlü olmadık (son yüzyıldır) aciziz. Her nesil eğitim olarak biraz daha gerileyen, birbirini keriz avı olarak gören kimselerin toplamının bütünüyüz, kısaca yüz üstü yüzme bilmeyen bir kimsenin sırt üstü yüzmeye çalışırken boğulmasıyız. Ben iki oğlumu da toprağa verdiğim gün epey düşündüm. O gün bugündür insan için var olanın neden yetmediğini, kimi zamansa neden tutsak hale getirildiğini soruyorum. O gün uzun uzun elimdeki iki mektuba bakıp düşündüm, gerçek anlamda hangi oğlumun ölümü acayip, absürt, açıklanamaz diye, ama ikisi de makul geldi. Bir tarafta susturulmuş Kürtçe şarkılar, eğitim dili olmayışı, bir diğer tarafta vatanın nefsi müdafaası için verilen bir can. Oysa dönen satranç oyunlarını hiç ifade etmem bile… Özünü kaybeden bir toplumun izini kaybetmesi, kendi içinde çatışması kendi evlatlarının ölmesi kadar doğal bir olay yoktur. Mesele hepimizin kendi hayatlarını yeniden anlamlandırması ve empati yeteneğini geliştirmesidir. Üç aşağı beş yukarı kitapta bunları ifade etmişimdir, gidenler gitti hepimizin derdi kalanların ağıtlarını yakmamak.”

Oysa çok fazlaydı yok edilen hayatların hikâyesi. Son mırıldandığı sözdü. Sonra gözlerini kapatıp bir daha da açmadı.