"Enter"a basıp içeriğe geçin

Yığınlara son ve tımarhaneden çıkış…

Cumartesi günü kokusunu arayan annenin feryadı buralar.
Herhangi bir Salı akşamı soluksuz göz yaşı döken babanın diyarı. Vurgun yemiş Ahmet amcanın malikanesi. Sarı kızın pazar günkü pazarları… Bir ocak başında muhabbet eden karı kocanın meskeni… Liseye geçme heyecanı ile başlayan serüveni defalarca hüsran yemiş gençliklerin trajikomik hikayesi. Bu arada unutmadan madalyalar alan, çeyrek yarım ve tam olmak üzere sporcuların da yetiştiği bir yer. Derinlemesine değil de balıklama atlarsanız köhne bir düşüncenin içine en fazla hepimiz acı çekeriz. Acıya merkez bacımın özgürlüğüne haram olur. Sizce de öyle olmaz mı?

Yukarıda ifade ettiklerimden tam anlamıyla bir yargı oluşturmak, ya da bir şeyler anlamaya çalışmak zor biliyorum.

Peki, o zaman derdim ne?
Detaylıca anlatmakta yarar bulduğumdan yazı biraz uzun ve sıkıcı olabilir. Haberdar edeyim.

Bu diyarda defalarca kavga edildi, acı çekildi ve hala aynı şekilde devam etmekte. Ekseriyetle yönetimler çoğunlukla toplum çekilen acıların müsebbibidir.

Bunları neye dayanarak söylüyorum? Bu sualin cevabı da acıdan ibaret olan tekerrür. Neresinden bakarsanız bakın, seksenlere hızla yol alan bir 2018 yaşamaktayız. Ekonomi, sanat, bilim ve sayamadıklarımızla beraber. Neresinden bakarsanız bakın, neresinden tutarsanız tutun tekrarını yaşıyoruz. Yeni bir hikayesi yok. Nazım Hikmet’in söylediği “güzel günler göreceğiz güneşli günler çocuklar” sözünü ben çocuklar eksik olmak suretiyle, hiçbir yerden okumadan ve duymadan tekrardan yazıyor ve söylüyorsam bu toprakların kadersizliği tekrar. Aynı acıları farklı dönemlerde başka yerlerde olmak suretiyle çocuklar/torunlar çekiyor. Sadece tarih değişiyor, dünyanın değişimini kabullenecek ne bilgimiz bununla birlikte ne de fikrimiz var. Eğer olsaydı şu an gençler bu diyardan kaçmak istemezdi.

Doksan küsur yıldan beri ve şimdisiyle beraber ne yaptık?
Yaptıklarımıza gelmeden önce ne yapmadığımızdan bahsedeyim. Oturup aynı masa etrafında bir çayla beraber en tartışılmayacak konulardan bir kelam etmedik. Onu bırakın bölgesel ve ırksal ayırımla birbirimize karşı derin bir (duygusal) çöküntü yaşadık. Bizleri yönetenler kavga etti, bizler de kavga ettik. Zaten onların kavga etmesinin sebebi de bizdik. Eğer halk olarak barıştan, uzlaşıdan yana olsaydık kavga etmezdik. Buna bizim oralarda tarla sulayan ailelerin su yüzünden kan davalı hale gelmiş çocukları en güzel örnek.
Bireysel, toplumsal; psikolojik, sosyolojik hegemonyalar kurduk. Ben senden üstünüm sözü ben senden büyüğüm ile başladı buralarda ve devam etti.
Ve en önemlisi ise başta da ifade ettiğim üzere öz eleştiri eksikliği. Öz eleştiri olmadan, yani ben, sen, siz… Değişmeden değişim imkanlı değil. Zaten başlı başına bir serüven olan bir husustan bahsediyorum. Çelişkilerin olduğu, duygusal bozuklukların yaşandığı ve sonrasında bir mantığa bürünen, sağlıklı aklı selim dediğimiz düşünce dünyası oluşur. Bizler Doksan yıldır bu ve daha anlatmaya dilimin varamadığı eksikliklerle şu an burayı cehenneme çevirmeye devam ediyoruz…

Burada herhangi bir kimse suçlu değil, asıl mesele hepimizin acınacak halde olması. Ocu, bucu, şucu olup insan olamamak. Temel hatta en temel sorunumuz. Kutuplaşmış toplumlara dünyanın hiçbir yerinde toplum denilmez. Sosyoloji bilimine tamamen aykırıdır, toplum olamamış yığınlara yığın diye hitap edilir. Bizlerin de yaşadığı yer yığınların oluşturduğu bir diyar. Bir tarafta ülkeyi her şeyden ve herkesten çok sevdiğini iddia eden ülkücüler. Diğer tarafta derdinin ne olduğu anlaşılamamış kürtçüler. Öte yanda Mustafa Kemal Atatürk’e dair bir fikri ve düşüncesi bile olmayan atatürkçüler. Bir diğer yanda dini baz almış, aynı zaman da dine en fazla zararı vermiş islamcılar. Yazdığım bu ideolojilere şöyle bir çıplak gözle bakın. Hangisinin temyizde beraat etmesi söz konusu olabilir?

Son söze gelelim. Değişim bizden başlar. Bizler değiştikçe buralar güzelleşir. Yakınarak değil yıkanarak gelir güzel günler… Oturup bir çay içelim konuşalım derim ben, öz eleştiri vererek hem de.