İyiyiz, İyi Olmak Zorundayız, İyi Olacağız
Canı cehenneme rahat uyuyanın
Kapısını örtenin perdesini çekenin
Şükrü Erbaş
“İyiyim” demek için iyi olmak gerekmiyordu.
Sebeplerim vardı. Aynı gelenekten gelmesek de Sosyalist yoldaşlar vardı, ayakta, dimdik duran. Kötü olduğumu bilmemesi gereken düşmanlar vardı,
“İyiyim” demek zorundaydım adeta. “iyiyim, hep iyi olacağım”, ne olursa olsun diz çökmeyecek, ayakta, dimdik duracağım, düşsem de aldığım darbelerle, yeniden ayağa kalkacak, yeniden yürüyüşüme devam edecek, içimde kalacak son nefesimi verene kadar da iyi olmaya devam edeceğim.
İyiyim.
Arada tökezlememi halsizliğime verin. Malum, yaş kemale ermiş. Bu güne kadar beni birçok badireden kurtaran, randevulara zamanında yetiştiren, mitinglerde, gösterilerde ayakta kalmamı sağlayan, mahcup etmeyen bacaklarımdaki derman azaldı ama bitmedi.
Son yürüyüşüme kadar da bana ihanet etmeyecek!
İyiyim. Merak etmeyin.
Bu toprakların her noktasında zulmünüzün izi olsa da, zalimin döktüğü kanlarla sulansa, kazılan her karıştan, annelerine ulaşamayan evlatların kemikleri çıksa da, her rüzgar estiğinde konuşan, türkü söyleyen, ağıtlar yakan ağaçların yapraklarının verdiği huzursuzluk yüreğimi yaksa da iyi olacağım.
İyiyim.
1921 tarihinde, daha sonra Meclisin ilk mebusunu faili meçhul şekilde öldürmek suçuyla öldürülen ve kafasız cesedi günlerce Meclis önünde teşhir edilen Topal Osman’ın Sakallı Nureddin Paşa ile birlikte Tarihi Dersim Sancağı’nın batısında yer alan Hafik (Koçhisar), Zara, İmranlı, Refahiye, Kemah, Divriği, Kangal, Kuruçay ve Ovacık coğrafyasında 135 köyde yaşayan, ezici çoğunluğu Kızılbaş Kürt/Zaza olan Koçgiri bölgesinde yaptığı katliam ve talanı unutmam mümkün değil.
O sakallı Nureddin Paşa ki “zo (Ermeni) diyenleri temizledik, Lo (Kürt) diyenleri de temizleyeceğiz” diyen bir ırkçı, Topal Osman ise, Karadeniz’de her türlü azınlığa karşı terör estiren, katledip mallarına el koyan, binlerce kişinin katiliydi.
Yine de iyiyim ve iyi olacağım.
28 Aralık 2011 günü akşam saatlerinde, Irak sınırında “kaçakçılık” yaptıkları ileri bir grubun üzerine askeri savaş uçakları dört adet bomba bırakılır 38 erkek ve çocukla en az 50 katırın bulunduğu gurupta yapılan bombalama sonucunda sadece dört kişi hayatta kalır. 19’u henüz reşit olmayan çocuktan oluşan 34 kişi yaşamlarını yitirir.
Yıllarca süren yargılamadan bir sonuç çıkmaz. Uçakların kimler tarafından kullanıldığı, emrin kim tarafından ve nasıl verildiği, kimlerin suçlu olduğu bir türlü açığa çıkmaz/çıkarılmaz.
Diğer katliamlar gibi üzeri örtülür, gizlenir, aklanır. Yanan yürekler, söylenen ağıtlar, kazılan mezarlar, ölen bedenler, yok edilen geleceklerle baş başa kalırız.
Yine de iyi olmak zorundayız, iyiyiz, iyi olacağız.
Sadece bu iki katliam mı yüreklerimizi yakan? Nice ölümlere şahit oldu bu topraklar. Nice çığlıkları duydu. Nice kanı sakladı bağrında.
Dersimden Ağrı’ya, Maraş’tan Sivas’a, yüz binlerce insanın katledildiğine şahittir, karnını yarıp tohumunu verdiğinde sana onlarcasını geri veren bu topraklar. Belki de bereketi kandadır! Kim bilir!
1911’de başlayan ama 1914-15 tarihlerinde yoğun biçimde yaşanan ve 1922 tarihine kadar devam eden “Rum tehciri ve katliamlarında” 300 binden fazla Rum’un katledilmesini, 1 milyondan fazla Rum’un da bölgeden çıkarılarak sürgün edilmesini unutmak mümkün mü?
24 Nisan 1915 Ermeni tehcir ve soykırımıyla bir buçuk milyon Ermeni’nin yaşamlarından edilmesini unutabilir miyiz?
Daha önceki Kilikya katliamını?
Coğrafyanın neresine dönsek bir katliam mevcut. Coğrafya üzerinde yaşayıp konu hakkında zorluk çekmek mümkün değil.
Yine de iyi olmama şansı verilmemiş bizlere. İyi olacağız. İyiyiz.
11 Mayıs 2013 tarihinde Hatay’ın Reyhanlı ilçesinde bombalı saldırı sonrası 53 insanımızı kaybettik. Yetmedi. Özellikle 7 Haziran 2015 seçimleri sonrası başlayan ve sanki arka arkaya devam eden Suruç, Diyarbakır, Ankara ve diğer bombalı saldırılar sonrası iki yüzden fazla insan daha, nedensiz, istemeden, düşünmeden, bilmeden yaşamlarına zoraki veda etmek durumunda bırakıldı!
Gencecik bedenler, çocuklar, gençler, yaşamlarına doymamışlar, hayat dolu, yaşamak isteyen, daha yapacakları olan, beklentileri, başarmak istedikleri, bitirecekleri üniversiteleri, alacakları diplomaları, eksikleri yanlışları, gülümsemeleri olan bir çok insan, geleceğe acılar bırakarak gelecekleriyle birlikte yok edildiler.
Yetmedi. Ölenlerin yakınları yargılandı. cezalar verildi.
Yetmedi, Diyarbakır Sur, Nusaybin, Şırnak, Cizre ve daha birçok yerleşim yerinde ilan edilen sokağa çıkma yasaklarıyla başlayan operasyonlarda kentler yıkıldı, içlerinde beş yüze yakını sivil olmak üzere binden fazla insan yaşamından oldu. İki milyon insan mülteci konumuna düştü.
Miray bebeği, Taybet anayı, buzdolaplarında saklanmak zorunda kalan cansız bedenleri, bodrumlarda yok edilen iki yüz civarındaki insanı, Mehmet Tunç’un günlerce telefondaki yardım isteğini unutmak mümkün mü?
Bunca acıyı yaşayıp, bunca yakılan ağıtları dinleyip ağlamamak mümkün mü?
Yazı yazılırken 684. Haftasına giren Cumartesi insanlarının, bunca zamandır yakınlarından bir haber alabilme umudunu taşımaları, Berfo ananın “oğlum gelir de bulamaz diye evimi bile boyamadım” deyişini, oğlu Cemil Kırbayır’ın kemiklerine hasret gidişini, 684 haftadır bu insanların işkence misali acı çekişlerini unutmak mümkün mü?
Mümkün değil elbet. İnsan olana, insani duyguları taşıyana, ağlayabilene, gülebilene, dünyanın öbür ucunda ağlayan çocuğun sesini duyabilene, mümkün değil.
Her yaranın bir hikâyesi vardır, bizim yaralarımız kütüphane…
Unutmadık hiç birini,
Unutmadık ama sorarsanız eğer, iyiyiz, iyi olmak zorundayız, iyi olacağız. İçerisindeki “İyi değilim, iyi olmayacağım, iyi olmayın” çığlığını gizleyerek…
Canı cehenneme rahat uyuyanın
Kapısını örtenin perdesini çekenin
Yüreği yalnız kendiyle dolu olanın
Duvarları ancak çarpınca görenin
Canı cehenneme başkasının yangınıyla
Evini ısıtıp yemeğini pişirenin.
Bahçesine dek gelen alevleri
Şehrayin sanan aptalın
Canı cehenneme,camlarında
Parçalanmış cesetler uçarken
Bir iğdiş incelikle çiçekleri sulayanın.
Mutfakla yatak odası arasında
Çarşılarla gövdesi bencillik hırsı
Yılgınlıkla yenilgisi arasında
Dünyayı tüketenin canı cehenneme.
Orda dağlar bir mezarlık
Bulutlar kan salkımı sular toprakta düğüm
Orda evler oda oda kanarken
Burda yeşerenin canı cehenneme.
Ey bir halkın gözyaşıyla ruhunu yıkayan kin
Ey zulümle yükselen başarı
Ölü sayısına endeksli maaş;
Uzun masallar ardında mağrur
Boynunda ölüm çanıyla oturan güç
Senin de senin de canın cehenneme
Ey sultan hamit tuğralı korucu alayları
Kardeşi kardeşe kırdıran siyaset. .
.
Bir gün elbet bir gün elbet
Örter üstünü bu ağır yanlışın
Sevgiyle, yalnızca sevgiyle işlenen
Bir dal incelik,bir simli gülüş
Bir kardeş mavi.
Şükrü Erbaş
1956 Elazığ doğumluyum
1977 Diyarbakır Eğitim Enstitüsünden mezunum
Siyasi nedenlerle öğretmenlik yapmadım
1980 sonrası 6 yıl kadar Diyarbakır, Eskişehir ve Antep cezaevlerinde tutsak kaldım
İşçi emeklisiyim