"Enter"a basıp içeriğe geçin

Karanlık

Güneş tüm yüzünü bulutlara teslim etmiş, aradan sıyrılan ışınlar Hatun’un gözlerinin içine değmekteydi. Sarıyla kahverengi arasında gezinen gözler ışınların etkisiyle parlamaya başlamıştı. Vakur bütün yorgunluğa derman olan o gözlere dönüp baktı. Hafif bir tebessümle Hatun’u çağırdı. Her gün bir tarlada çapa yapıyorlar. Köyün en kendi halinde olan ailesiydi Samur ailesi. Monoton bir hayatın içine doğan Şenir yeni yeni 6 yaşına girmişti. Akşam saatlerine doğru, karanlık basmaya yakın Vakur ve eşi Hatun evin yolunu tutar evdeki 5 kızdan biri olan Emine’nin hazırladığı sofraya oturur duayla yemeğe başlarlar. Günün espri konusu genellikle Şenir’dir. Şenir annesi Hatun’nun gitmesiyle her gün saatlerce ağlar en son çaresiz Emine ablasının onu karanlık odalarından birine sokup korkutmasıyla ağlaması kesilirdi. Bugün yine tarladan anne ve babası erken bir zamandan 1 saat sonra kadar geleceklerdi. Gelmelerine yakın Zeliha ve Emine’nin yaptığı şakayı gururuna yediremeyen Şenir camı kırmıştı. Vakur bu tarz olaylara daha az sinirlenirdi. Ama Hatun hanım öyle değildi. Bunu bilen Emine herkesle ağız birliği yapıp pencerenin Şenir tarafından değil Kolkunçlar mahallesinin sakinleri tarafından kırıldığı söylenecekti. Öyle de yapmışlardı, yorgunluğun yanına bir de kırılmış bir camın masrafı eklenince Hatun Kolkunçlar mahallesinde yaygara koparmaya başlamıştı bile. Evdeki 5 kız 1 oğlan hem gülüyorlardı hem de bir terslik çıkmasından çekiniyorlardı. Neyse ki korktukları bir sataşma olmamıştı ve anneleri kısa bir süre sonra ağzında bir dolu küfürle merdivenleri çıkmıştı. Avlunun kapısından balkonun kapısına varması belki saniyeler bile sürmemişti ki… Karanlık çökmeye yakın yine elektrikler gitmişti. Ve vakit yine karanlığın vaktiydi. Cumhuriyetin yüzüncü yılına girmeye az kalmıştı. Çeyrek asırdan az olduğu kesin. Ama karanlığın ülkesinde bir dönemin bataklıklar ülkesinde olduğu gibi hala alt yapı sorunları çözülememiş. Şenir her geçen gün büyüyordu ama karanlık hakimdi. Bu karanlığa meydan okumak güneş olmayı gerektirecekti. Yıllar yılları kovaladı, dünya değişti imkanlar çoğalmaya devam ediyordu. Artık bu çağ teknolojinin etkisiyle herkesin birbirine mesafesiz bir yakınlıkta olmasını sağlıyor, insanlar yeni arkadaşlıklar ediniyordu. Ama Şenir hala yalnız. Bazen kendi kendine ben yalnız büyüdüm yalnız öleceğim diye düşünürdü. Sonra… Yıllar yılları kovalarken Şenir iki kız kardeşini kaybetmişti. Birinin bipolar bozukluğu onu intihara sürüklemiş diğeriyse elim bir trafik kazası sonucu hayata veda etmişti. Şenir haddinden fazla hızlı şekilde dönüşen bu dünyada olabildiğince direniyor, yer yer ise karşı koymayı bırakıp nimetlerinden faydalanmaya çalışıyordu. 21. yüzyılda 21. yaş gününde aldığı pastayı dolaptan çıkardı. Odanın bütün ışıklarını kapattı ve pastanın üzerine mumları serdikten sonra mumları üfleyip kendi doğum gününü kutladı. Çalışma odasına geçip bir adet çizgisiz kağıt ve bir tane kalem aldı. Sonra ellerini yıkamakla yetinip uzun bir süre müzik dinledi. Pastasını kokladı, güzel kokuyor diye mırıldandı. Ama pastadan tek bir lokma bile almadı. Çalışma odasından aldığı kalem ve kağıtla bir şeyler karalamaya başladı. İlk cümlenin son kelimesini yazmaya meylederken telefonu çaldı. Arayan değer verdiği dostu lise arkadaşı Hicaz’iydi. Alaylı Hicazı lakabıyla kayıt etmişti. Dostum, kardeşim tarzında bir ibare yoktu. Bir zaman olacak mıydı? Bunu bilebilmek elbette mümkün değil ama tercihleriyle şansı insanın hayatında neler olacağına büyük ölçüde belirliyordu. Belirleyici bu iki unsurun Şenir’in yalnız kalmaya devam edeceğine işaret ediyordu. İki ay önce ailenin son ferdi olan annesini de kaybetmişti. Hayatta yalnızlıkla sınanıyor ve kimi zamansa bu yalnızlığı büyük bir şans olarak görüyordu. Annesinin saçlarını okşamasını babasıyla tarlada çalışırken kahkahalar gözünde canlanıyor buna rağmen ara sıra yalnızlığın insan için büyük bir şans olduğu inancını yitirmesine sebep olmuyor. Hayat kapağı kapalı bir kuyuydu ve çok karanlıktı. Bu kuyuyu kazmak, bir çıkış bulmak hatta gerekirse burada bir yaşam kurmak… Bunlar bir karanlığın içindeki iki uçlu bir paradokstu. Birincisi bunun büyük ve saçma bir hayal olduğu gerçeği; ikincisiyse hayallerin yaşama tutunmak için çok önemli olduğuydu. Etrafında bu karanlığın içinde kahkahalar atan insanları görünce kör ve sağır olmayı diliyordu. Şenir Alaylı Hicaz’inin sözünden sonra bir an lisedeki hayatına dalıp gitmişti. Hatıralar onu bir okula götürüyor, bir bahçeye ama en çok evde kurulan sofraya dalıp gidiyordu. Aile kavramı çok değerliydi. Alaylı Hicazı uzun uzun konuşmuştu, kendisine hiçbir tepki vermediğini 20 dakika kadar sonra anlayınca

– Şenir orada mısın, diye bağırdı.

Yanıtı kendine gelir gelmez verdi. Ses tonuna ayar vererek konuştu.

– Her şey yolunda Alaylı. Aradığın iyi oldu var olasın.

Kısa bir süre konuştular, Şenir dışarı çıkacağını arkadaşlarının ona doğum günü sürprizi hazırladığını söylemişti. Alaylı dediklerinin pek olası olmadığını biliyordu. Ortaokuldan beri beraberdiler ve en samimi arkadaşlık dönemleri lise dönemine denk gelmişti.

– Anladım Şenir, mutlu oldum senin adına; iyi bak kendine, dedikten sonra telefonu kapatmıştı.

Şenir uzun soluklu bir veda yazısı için kalemini oynatsa da 296. kelimede elindeki kağıdı parçalara ayırıp yemeye başladı. Elindeki kalemle bileğindeki atardamara yöneldi ve büyük bir ıstırapla damarı ikiye bölmeye başladı. Aklındaki şiirlerin sözcüğü birer kurşuna dönüşmüş ve bağıra bağıra şiiri ahenginden uzak bir biçimde okuyordu. Kalemin ucundaki kan her geçen saniye artıyor zamandan azade olmasına az kalmıştı. Son sözcük “elveda” olmuştu. Sonra başı masanın üstünde ağzı açık bir şekilde durakalmıştı. Kapının zili çalmaya başladı, bir süre sonra ses kesildi.

Kanında can kalmamış yalnızlık sevgisiyle birliktelik duygusunda bir rüyadaydı Şenir…

Devamı 2. bölüm olarak yazılacaktır.