Yaşadığımız dünyanın kendine has “doğa yasaları” var. Dünya tüm canlılara bir yuvadır, onlar burada doğar, büyür, gelişir, değişime uğrar ve ölürler. Burada barınan her canlı türün farklı genetik yapısı, biyolojik, içgüdüsel donatıları var ve bu donatılara uygun olarak yaşamlarını sürdürürler.
Konumuz “insanlık”, insanı konuşalım istiyorum. Ben detaylı biyolojik tahlil yapacak bir uzman olmadığım için herkesçe bilinen insan yavrusu bebeğin, yaşama merhaba deyişiyle ile başlamak istiyorum.
Her canlı yavrusu gibi, insan bebekler de yaşamak için belli bir süre annenin ve çevrenin yardımına muhtaçtırlar. 3-4 yaşına gelen hemen her çocuk “ben” deme ve peşi sıra: “Ben bilirim, ben yaparım!…” Diyerek özgür birey olma ve özgür kalma isteğini bildirir herkese. (Ki, bu ilk üç-dört yıllık süre, çocuğun gelecek yaşamı için çok çok önemlidir ve sanki insanoğlunun milyonlarca yıl süren evrimleşme sürecinin bir özetidir.)
Özgür olmaya çalışan birey ne zaman ki aç kalır, acıyı tadar, tehlike yaşar, bireysel zayıflık ve yetersizlikleri ortaya çıkınca, işte o zaman bir başına, güvende olmadığını, başaramayacağını anlar, düşünür, öğrenir ve “anne!..” diye yardım istemeye başlar. İşte buna toplumsallaşma veya sosyalleşme diyoruz.
Sosyalleşme devam ettikçe; oynama, okuma-yazma, âşık olma, arkadaş bulma, bahçe, sokak, mahalle, tarla, büro, fabrika, iş bulma, işsiz kalma günleri başlar; hayal kurar, amaç-hedef belirler, ekip-biçme, kazma-kürek sallama, üretme, acıyı, tatlıyı, paylaşmayı, yokluğu, sömürü ve zulmü öğrenmeye başlar.
Yaşarken; konforu, kolayı, rahatı istemek, acıyı, açlığı, korkuyu, tehlikeyi zulmü istememek, yapınca, üretince, başarınca “ben” yaptım deyip haz duymak, gülücük ve beğeni beklemek… Bu gibi uzun istek listeleri insanların toplumsal vazgeçilmezleri olur böylece. Ve “ben” demek toplumsal bir öz kazanarak “biz” olur, yaşam daha da anlam kazanır… İşte bu güçle kurulur yuvalar, köyler, kentler, fabrikalar…
Yaşadıkça öğrenir, gelişir, değişir insanlar, daha da iyi yaşamak tutkusuyla kurulur hak, hukuk, adaleti içine alan değerler sistemi ya da insanlık. Ve yaşadıkça anlaşılır insanlığın, bir şemsiye olarak hem çevreyi hem de insanları; barış, güven, huzur içinde koruduğu…
Hayat böyle böyle devam edip, akıp gitsin ister insanlar…
Fakat sürgit devam etmez mutlu günler, kötü insanlarda ego coşar, insani değerler zarar görür. Güçlü olan, zayıfın lokmasını, emeğini almak ister, toplumu korumakla görevli olan güçler ve inanç dünyasına yön verenler de destek verir bu zalimlere ve onların düzenine…
Sonra da en üzücü olan olur: aynı safta olması gereken emekçilerin önemli bir kısmı cehalet-bilgisizlik kurbanı olur ve zalimlerin safına geçer diğer emekçilere saldırır. Açgözlü zalimin hırsı ile cahilin gücü bir olmuş böylece, sömürü, yokluk, acı, ölüm, zulüm ve utanç yaşatan savaşlar başlamıştır.
Bugün de dünyada büyük bir ekonomik kriz var. Bu nedenle dünyaya egemen olmuş birkaç dev emperyalist güç sıkışmış durumda.
Plan ve projeleri hazır: yıkıp, yakıp yok edecekler sonra da yok ettikleri mekanları, araçları, tankları, uçakları, bombaları ve tüm savaş araç gereçleri yenileyerek kendilerine yeni pazarlar yaratacaklar. Yaşanan bu çatışma ve savaşlarda çocuk, kadın, yaşlı ve gençler ölecek, kalanlar eziyet görüp büyük acılar yaşayacak.
“İnsanlık” da artık gereğince koruyamıyor insanları… İnsanlık değerleri zarar görmüş, empati yapamaz olmuş insanlar. Şimdi tıpkı ikinci dünya savaşında olduğu gibi ırkçı-milliyetçi-emperyalist güçler şaha kalkmış, mazlum halklara saldırdı saldıracaklar.
İnsan Olmak
Bana yukarıdaki duygu ve düşünceleri, internette izlediğim-dinlediğim kısa bir video söyletti ve yazdırdı.
Etkisiz ve yetkisiz bırakılan mecliste bir vekil konuşuyordu. Konuşma konusu sanırım “insan hakları” idi fakat bir Türk-Kürt tartışmasına dönüşmüştü.
Kürsüdeki AKP Urfa milletvekili özetle:
“33 yıldır babam ve ben bu mecliste milletvekiliyiz… Ne babamın ağzından ne de benim ağzımdan Kürt’üz diye bir söz çıkmadı. Ama bugün bana bunu söylettiniz: Ben bir Kürdüm… Bizim için asl olan din kardeşliğidir. Biz Türklerle bir aradaysak din kardeşliği içindir.”
Diyordu. Ve vekilin bu kısa konuşması grup arkadaşlarınca alkışlarla kesiliyordu. Çok önemli(!) sözler söylemişti değil mi?
Hem de Anayasasında yönetim şekli cumhuriyet, demokratik, laik ve sosyal bir hukuk devleti olduğu yazılı bir ülkenin milletvekili… Meclis kürsüsünde bizi bir arada olmamızı sağlayan gücün bu ilkeleri olduğunu anmadan “Din kardeşliği” güzellemesi yaparken alkışlanıyordu.
Sizce bu anlayış, ırkçılığın başka bir versiyonu değil midir?
Oysa din, kişiye ait düşünsel inanç ve değerler bütünlüğüdür, bu değerler saygındır ve sadece o kişiyi bağlar. Din kardeşliği ise benzer inançları bir araya getirir yani grupsaldır.
Oysa dünya öyle harmanlanmış ki, artık hiçbir ülkede tek din veya tek ırka mensup insanlar yaşamıyor. Ülkemizde de değişik dini inancı, inançsızlığı olan pek çok insan yaşıyor.
Tarih bize çıkara dayalı tüm savaşların, ırk-din kışkırtmaları ile çıktığını söylüyor. Her ülkede ancak insanı ve insanlığı merkez alan demokratik anlayışlarla barış ve huzur sağlanabilir.
Bunca yıl kimliğini saklayan sayın vekil, “din kardeşliği” derken aslında yüzyıllardır uygulanan Türk-İslam sentezi gerçekliğinden etkilenmiş. Bu etkide kalmış insanlar; ev, sokak, mahalle, pazar, meydan, ekran yani iletişimin olduğu her yerde:
***”Aslında benim de annem, babam, gelinim, damadım, komşum, ortağım Kürt’tür!…
***Bizim, Kürtlerle binlerce yıl öncesine dayanan bir iç içe yaşamışlığımız var!…
***Kürtlerin bizden nesi eksik ki!
***Biz Kürtlerle et ve tırnak gibiyiz!”
… Gibi ünlem ile biten sözleri sık sık duyarız. Bu sözlerin görünmez amacı insanları; “Demek ki bizde Kürt sorunu yokmuş” deme noktasına getirmek, yapılan haksızlık ve var olan çatışmaları haklı göstermektir. Ya da bu amaçla söylenen bahanelerdir.
Psikoloji der ki, eğer kişi yaşanan haksızlıklara karşı çıkmaz, kendini sürekli uyaran vicdani içsesleri duymak istemezse, o zaman bu iç isyanını bastırmak, susturmak ister, bu amaçla da bahane olacak gerekçeler arar, bulur, konuşur. Çünkü eğer olup bitenleri yok edecek bahaneler bulamasa, bu nedenle eziklik, suçluluk ve huzursuzluk duyacaktır. Kısa bir tanımlama yapacak olursak: “Bu tür konuşma; kendini korumak ve kandırmak isteyenlerin başvurdukları bir savunma mekanizmasıdır.”
Eğer sorunlara insanlık değerleri olan hak-hukuk-adalet ve demokrasinin eşit yurttaşlık ilkelerine uygun çözümler aranmış olsaydı… Aşağıda sadece birkaçı sayılan binlerce suç, haksızlık ve ayrımcılık yaşanmazdı:
***Ünlü İtalyan yazar Dario Fo’nun daha önce Devlet Tiyatroları’nca sahneye konulan “Yüzsüz” oyununu, “Bêrû” adıyla Kürtçe olarak 13 Ekim’de Gaziosmanpaşa Sahnesi’nde sahneleyecekti. İstanbul Valiliği, “terör örgütü propagandası yapılacağı gerekçesiyle” yasakladı.
***Kazanılan 65 Belediye Başkanlığından; 48’i kayyumlara teslim edildi ve belediye meclisleri de kapatıldı. 6’sına “mazbata” bile verilmedi, seçimi kaybedenler kazanmış kabul edildi.
***Sakarya’da Mevsimlik Kürt fındık işçilerine yaşatılanlar,
***Van’da şapkası ve ayakkabısı yerde kalacak şekilde tarladan alınıp helikoptere bindirilen iki köylünün başına gelenler…
Yurdumuzda bu tür olayların sıkça yaşanması, mağdurlarıyla birlikte vicdan ve sağduyu sahibi insanları rahatsız ediyor.
Emin TOPRAK – DOSTÇA
Bingöl-Kiğı- Zeynelli Köyü’nde 19/03/1950’de doğdum.
Köyümde İlkokul (1957-1962)
Erzurum Yavuz Selim İlköğretmen Ok.(1962-1968)
İstanbul Atatürk Eğim Enst. Eğitim Böl.(1973-1977)
ve Marmara Ün. PDR bölümü Lisan tamamlama…
5 yıl İlkokul Öğretmeni,
16 yıl Rehber Öğretmen,
19 yıl Eğitim Müfettişi olarak 40 yıl çalıştım.
2013 yılında emekli oldum.
Halen emekli Matematik öğretmeni eşimle birlikte İstanbul’da oturmaktayız. 2 çocuk ve 2 de torunumuz var.
https://etoprak1950.blogspot.com/
Blogumda DOSTÇA yazılar yazıyorum.