“Hipermetrop” diye bir hastalık vardır. Bu hastalığa yakalanan kişiler yakını göremezler. Ancak gözlük, lens gibi harici şeylerin yardımıyla net şekilde görebilmeleri mümkündür. Çeşitli ameliyatla da bu hastalık tedavi edilebilir.
Basiret körlüğü denilen manevi bir hastalık da vardır. Hipermetropa benzer. Musibet-zedeler uzaktaki şeyleri görür ancak yakını pek göremez. Mesela; başkalarının ayıp ve kusurlarını görmek konusunda en ufak bir ayrıntıyı bile kaçırmazken, kendisinin veya cemaatinin ayıp ve kusurlarını puslu görürler. Bunlar taassup sahibi kimselerdir. Bunun zıddını da söylemek mümkün: Başkalarının başarılarını en ince ayrıntılarına kadar görürken, kendimize ait başarılara puslu bakarlar. Maalesef içimizdeki batı hayranları da bu şekildedir.
Teknoloji körlüğe çare bulsa da basiret körlüğüne henüz bir çare bulmuş değil. Zaten basiret körlüğünün çaresi ilim, fen, teknik vs. değil, din ve inançtır.
Benim asıl maksadım bunlar değil; asıl amacım bir meseleye dikkat çekmek, bu bağlamda bizdeki hastalığın teşhisini yapmak ve hastaya da bunu ispata çalışmak:
Konstantinopolis bundan 567 yıl önce Muhammed Fatih Han, şanlı ordusu ve arkasında milyonların duasıyla fethedildi. Ayasofya kılıç hakkı gereği camiye çevrildi ve artık İslam’ın şiarı haline geldi. Öyle ki Ayasofya topraklarımız içinde na-mahrem eli değmemesi gereken mekanların en başında yer almaktadır.
Ayasofya Fatih’in destansı mücadelesi ve sarsılmaz azminin karşılığı olarak bu millete verilmiş bir nimettir. Tabi biz de Fatih’in torunlarıyız. Hem Fatih’le hem fetihle hem İstanbul’la hem de Ayasofya’yla övünürüz. Ancak bizim, Fatih’ten birkaç farkımız bulunmaktadır:
Fatih, düşman toprağı altında olan Ayasofya’yı ömrünü adadığı bir davanın sonucu ve mükâfatı olarak elde ederken, biz, kendi toprağımızda bulunan bir mabede sahip çıkamayacak kadar davadan yüz çevirmiş bulunmaktayız. Fatih’in elde etmek uğruna uykusunun kaçtığı şey için, biz, daldığımız uykudan uyanmamak adına ne zaman Ayasofya dense, uyandırana öfkemizden uykularımız kaçmaktadır.
Fatih, mevzu bahis binayı fakir zengin herkesin eşit olarak faydalanacağı, istifade edeceği bir ibadet merkezi, bir eğitim merkezi haline getirirken, biz, aynı binayı neredeyse maddi durumu iyi olmayanın giremeyeceği, girse de taşına, duvarına bakmaktan başka bir şey yapamayacağı, ruhtan hâli bir ceset haline getirmişiz.
Fatih, fethin hemen arkasından şehri ihya etmek adına kutlamalarla zaman kaybetmekten bile imtina ederken, biz, mevtaya çevirdiğimiz bir şehirde ancak kutlamalardan kalan zamanlarımızı ihyaya (daha doğrusu telafiye) harcayabiliyoruz. Üstelik kutlamalarımızın birçoğunun Bizans’ın çocukların kutlamalardan bir farkının olmadığını da eklemek gerek…
Bugün neresinden bakarsak bakalım; Ayasofya özgürlüğün sembolüdür, bir bayrak gibidir. Fatih’in kaldırdığı bir bayrak. Ancak o bayrağı özgürce dalgalandıramıyoruz.
İstanbul’un fethini kutluyoruz! Acaba burnumuzun dibindeki bu gerçekleri görebiliyor muyuz? Görebiliyor muyuz Fatih’le aramızdaki farkı, fetihle aramızdaki farkı? Düşünebiliyor muyuz acaba Fatih çıksa gelse bugün, bizden kılıç zoruyla İstanbul’u geri alacağını?
Biz neyi kutluyoruz Allah aşkına? Şaşkınlığımızı mı?
Elbette kendimize haksızlık etmek de istemiyorum: Fatih’le aynı dinin mensuplarıyız. O’nun yaptığını yapamasak da onun yaptığını taktir ediyoruz. Ancak bizim Fatih’in yaptığı fetihten de çetin ve zor bir görevimiz var ki; o da zihniyet fethini gerçekleştirmektir. Bu Einstein’in ifadesiyle “atomu parçalamaktan çetin bir iştir”. Bu kadar sor ve sıkı bir görevde bu kadar gevşek ve lâ-kayıt olmak (başta şahsım olmak üzere) hazır mirası tüketip, çocuklara hiçbir şey bırakmamak değil midir?
Uyanmalıyız! Aksi takdirde Bediu’z-zaman’nın ifadesiyle bizden iki sınıf davacı olacaktır: Birincisi miras bırakan atalarımız. Çünkü onların mirasını onların bıraktığı amacın dışında kullanmaktayız. İkincisi sınıf ise; torunlarımız. Çünkü büyük dedelerinin onlar için de bırakmış olduğu mirası bizler cömertçe tüketiyoruz.
Bu miras maddi ve manevi bütün değerlerdir.
“şems-i asr”
arazrmzn@gmail.com