Yaşamının başlarında otçul olan insan, buzul çağının getirdiği zorunluluklar sonrası başladığı avcılık faaliyetiyle birlikte etçilliğe geçtiğinden bu güne hayvanlarda huzur kalmadı.
İnsanın hiçbir zaman doymayan her konudaki açlığı, öldürme konusunda da doyumsuzlaştı ve gittikçe artan biçimde vahşileşti.
İhtiyacı bir iken yüz öldürdü. İhtiyacı yokken de öldürdü. Zevk için öldürdü. Yetmedi, kendi türünü de öldürdü. Zevk için, mal için, toprak için, para için, inanç için, öldürmüş olmak için, durmaksızın öldürdü.
Sadece öldürmek de tatmin etmedi insanı!
Öldürürken nasıl daha fazla acı verebileceğini de düşünerek, deneyerek, hissederek öldürmeye başladı. İşkence ederek, yakarak, ezerek, boğarak, defalarca kurşunlayarak, değişik biçimlerde ama acı çektirerek öldürmeye başladı.
Kendi türüne de diğer türdeki canlılara da uyguladı.
Öldüremediklerini sakat bıraktı. Hayvanların bacaklarını, kuyruklarını, kulaklarını kesti, tekmeledi, sopalarla döverek sakatladı, arabayla ezdi, zehir verdi, kaynar su döktü, bir şekilde hem acı verdi hem sakatladı.
Aynı şeyleri, fazlasıyla kendi soyuna da uyguladı!
Evrim geçirmez olaydın ey insan denilen yaratık.
Soyun tükenseydi de kurtulsaydı bu dünya, doğa ve diğer canlılar.
Soyun tükenseydi de ormanlar içindeki canlılarıyla birlikte yanmasaydı.
Soyun tükenseydi de savaşlar olmasaydı, iklim değişmese, doğa ve canlılar zarar görmeseydi.
Adını insan koyup, kendisini dünyadaki en akıllı yaratık olarak görüp dünyadaki tüm toprakların, doğanın ve canlıların sahibiymiş gibi davranmasıyla başladı, doğaya ve diğer canlılara karşı zulümü.
Atomu parçalamayı öğrendiğinde yapabileceği vahşetin sınırlarını kendisi dahi bilmiyordu ki vahşetinin sınırlarının olmadığını yaşayarak gördü!
Doğanın, DNA’nın, yaşamın sırlarını çözmeye devam eden insan, her başarısı sonrasında kendisinin ne kadar üstün bir yaratık olduğunun altını koyu renkli kalemlerle çiziyordu.
Aslında hiç de öyle olmadığını biliyordu!
Kök hücreden sperm yapmayı başarıp, böylece üremek için mutlak anlamda erkeğe ihtiyaç kalmadığını da (Bu buluş belki ve umarım erkek egemen sistemin de yok olmasını sağlayacaktır) ortaya koydu ama kolunu ya da bacağını kaybettiğinde, kaybettiği uzvunu yenileyebilen bir semender veya zebra balığı kadar da olamadı!
Ömürleri yarım saat ile bir gün arasında değişen mayıs sinekleri bu kısa yaşamlarına üreme dâhil her şeyi sığdırabilirken, insan, ortalama yetmiş yıllık ömrüne insanlığını sığdıramadı.
Öğrendikleriyle yaşamını birkaç yıl uzatabildi ama azami yüz yirmi beş yıl yaşayabileceğini de bulan insan, ortalama üç bin yıl yaşayan bir sekoya ağacı ya da dört yüz yıldan fazla yaşayan deniztarağı kadar yaşamanın sırrını bulamadı!
İnsan ne kadar gelişirse gelişsin, ne kadar çok bilgiye erişirse erişsin, bir köpeğin duyduğu sesleri duyamayacak, depremi önceden hissedebilen bir hayvan kadar olamayacak!
Kuşlar gibi uçamayacak, bukalemun gibi renk değiştiremeyecek ve özellikle de geldiği nokta, kaybettiği güzellikler, kazandığı çirkinlikleri ölçü olarak aldığımızda, bir hayvan gibi karşılıksız, çıkarsız, önyargısız sevemeyecek!
Düşünüyorum da ailesine bir hayvan dahil etmek isteyen (“sahiplenme” kelimesi itici ve mülkiyet içerdiği için kullanmamaya özen gösteriyorum) insanlar bile, birlikte olacakları canlıyı seçerken fiziksel özelliklerine, cinslerine, tüyüne, rengine ve özellikle de sağlıklı olup olmadıklarına çok dikkat ediyorlar.
Hayvanı hayvan olduğu için değil de tüy rengi, cinsi, fiziksel güzelliği nedeniyle ailelerine dâhil etmek istiyorlar. Engelli olanlar, hasta olanlar, kürkü güzel görünmeyenler evlat olmaya layık olarak görülmüyor! Elbette bu belirlemem genel için değil. Yine de bu belirlemeyi yapmayı zorunlu kılacak kadar varlar.
Rehabilite merkezimizden bu güne kadar engelli hayvan isteyen iki kişi oldu. Birisi bir daha hiç gelmedi. Diğeri ise imkanları elvermediği için gelmedi. Merkezimizde üç bacaklı dört, birisi tamamen diğer kısmen iki kör hayvanımız var. Neden bunların da bir evi, bir ailesi olmasın?
Gerçi insan kendi soyundan engellilere bile iyi gözle bakmazken hayvanlardaki engellilere iyi gözle bakmalarını beklemek belki de fazla iyimserlik oldu, kim bilir!
Ben yine de az da olsa iyi insanların, insan olmaya çalışanların varlığını bilerek umutlarımı her zaman diri tutmaya çalışıyorum.
Ne kadar vahşileşirse vahşileşsin, insanların içindeki iyi olanların bir gün ama mutlaka kazanacağına olan inancım asla yok olmadı, olmayacak da.
Kötü olan kötülüğünün altında ezilecek, yarattığı cehennemde yanacak, iyi mutlaka kendi cennetini yaratacaktır.
Elbette bunun olması için de iyi olanın biraz daha fazla gayret göstermesi de gerekecek.
Güzel günlere daha hızlı ulaşmak dileği ile,,,
1956 Elazığ doğumluyum
1977 Diyarbakır Eğitim Enstitüsünden mezunum
Siyasi nedenlerle öğretmenlik yapmadım
1980 sonrası 6 yıl kadar Diyarbakır, Eskişehir ve Antep cezaevlerinde tutsak kaldım
İşçi emeklisiyim