Uzun zamandır düşünüyorum, ne yazsam da atsam içimdeki duyguları. Uzun zamandır yaşıyorum ve yaşarken bazen fark edemiyor insan. Onca duygu yığını arasında hangisini çekip kullanayım? Hangi duruma hangi duyguyu yakıştırayım? Önce yaşayıp sonra mı duygulanmalıyım? Yoksa duyguma göre mi yaşamalı? Acaba hepsini yok mu saysam? Ya da alıp birine, tüm dünyayı sığdırsam?
Oysa bunların hepsi yabancı, bunların hepsi eksik. Ki ben, şimdiye dek duygularıyla yaşamış bir varlık; bir insanı, yaşantıyı ya da duyguları yok saymayı denemiş, “Tamam artık yok saydım, umursamıyorum, yok canım unuttum ki, neden hala onu konuşayım, bir daha gerçekten konuşmayacağım söz…” diye, aslında asla yok sayamadığımı ispatlamış bir balık… Oysaki ben, sevginin gerçekten iyileştirici bir gücü olduğunu, şu yaşamı zamandan ibaret sananlar için kısacık, zamana yüreği ile yaşamı sığdıranlar için bir hayli uzun ömrümde, çok kere tecrübe etmiş bir çocuk…
Bir kompozisyona böyle başlanmazdı değil mi? Giriş yapmak ve dikkat çekmek önemliydi. Belki de şu gösterişli, ama gerçek güzelliği bulmak için yalnızca yolcu olduğumuz dünyaya gelişimiz, aslolandan ayrılık olduğundan sevmiyorum şatafatlı başlangıçları. Ya da ne kadar istesem de bir türlü başlayamıyorum yaşama kurallara uygun. O sebeple diyorum ki dal ortasına hayatın, nasıl olsa bir yerden tutunup kalkarsın…
Üniversite’de bir kişilik testi uygulamıştık, epey uzunca sorular vardı. Normalde etiketleri sevmiyorum, sanki dört duvara hapsolmuş gibi sarıyor kelimeler etrafımızı. Sanki o olmalı, orada kalmalıymışız ya da çıkarsak sınır ihlalinden yargılanacakmışız gibi hissediyorum. Yine de kelimeler ya da kavramlar önemli, en azından ilk etapta. O testte “duygusalhayalci” yazıyordu benim için. Daha önce bu kavramı hiç duymamıştım ama öyle güzel ben ki… Evet, dedim, işte ben buyum…
Ve tüm bu girizgâhtan sonra, en mantıklı girişin ki duygusal insanlar da mantığını kullanır ve duygusal zekâları, akademik zekâlarına ve sosyal yaşama çokça katkı sağlar, duygular olacağına karar verdim. Bu, o kadar kapsamlı ve geniş bir konu ki. Her ne kadar yaşamım onlarla geçmiş, lisans eğitiminde literatürüne dair bir şeyler öğrenmiş olsam da oturup yeniden okumak, hem kendimi tanımak hem de zihnimi yeniden donatmak istedim. Bu sebeple genel bir tanımla giriş yapacak ve zamanla çoğalacağım…
Psikoloji literatürü(alanyazın) tanımlarından biri şudur: “Duygu, düşünce kavramından oldukça farklı bir beyin olgusudur. Kendine has bir nörokimyasal ve fizyolojik temeli ve beyin içinde konuşan kendine ait bir dili vardır.”
Öncelikle şunda anlaşmamız gerekiyor. Duygular da düşünceler gibi beyinde oluşur. En temel duygusal süreçlerden sorumlu olan limbik sistemdir. Duygular, farklı bir beyin bölgesinde yönetiliyor olsa da aklın işleyişine katkı sağlar. Akıl ise duygusal verileri şekillendirir. Duyu organları ile veriler alınır, eğer tehlike algısı varsa talamus tarafından daha kısa yoldan amigdalaya yollanır. Ve amigdala, otomatik duygular ile tepkide bulunur. Aynı bilgi ön kortekse, düşünen beyne de yollanır ama amigdala daha erken otomatik duygusal tepkiler verdiğinden bilişsel süreçler göz ardı edilebilir. Yani akıl ile duygusal beyin dengede iken, bazen duygular öne geçer ve denge bozulur.
Peki, hep böyle mi olur? Tehlike algısı gerçekten tehlikenin varlığına mı işarettir? Duygularımızı düzenleyip daha akılcı ve duruma uygun tepkiler verebilir miyiz? Eğer bilgi aynı anda hem amigdala hem de düşünen beyne yollanıyorsa neden bazı insanlar daha akılcı karar verirken bazıları duygularına teslim olur? Bu amigdala, tehlike durumunda vücutta ne tür tepkilere yol açar? Ve dahi beyin, nasıl muhteşem bir varlıktır? Bunları anlamak ve paylaşmak için bir sonraki yazıda görüşmek üzere…
Bir Şubat gecesi gelmişim ekseni eğik dünyaya, belki de içimin sıcaklığı bundandır…
Marmara mezunu psikolojik danışman, yüreği ellerinde bir kız çocuğu, ardında bıraktığı sevgi kırıntılarıyla yollar yapan ve dahi yıldızlara varan bir parça hayal…