"Enter"a basıp içeriğe geçin

Okumak… Neyi, Nasıl Okumak? “Nitelikli Okumak, Sükûtun Çığlığını Anlama Çabasıdır!”

Okumak, Neyi Nasıl Okumak? “Nitelikli Okumak, Sükûtun Çığlığını Anlama Çabasıdır!”

Nitelikli okuma kültürü, her türlü zihinsel savunma mekanizmalarını kazandırmak için biçilmiş kaftandır. Sis perdesini, kaosu, dumanlı ortamı dağıtma yeteneği nitelikli okumayla kazanılır.

Normal okuma yok ki sen bize nitelikli okumaktan bahsediyorsun, diyenler de olabilir. Seçerek, bilerek, yayınevini, yazarı, yazarın ve yayınevinin beslendiği her türlü değeri yüzeysel de olsa bilerek, araştırarak okumak nitelikli okumanın birinci basamağıdır. Kısacası nitelikli okumak, seçerek, anlayarak, sorgulayarak ve derinlemesine okumaktır.

 Okuyan insan, duyduğunu hemen kabul etmez. Okumak ve yazmak, bakmakla yetinmeyip görmek, duymakla yetinmeyip işitmek ve idrak etmektir. Güngörmüş insan, okuduğunda sadece kelimeleri değil, kelimelerin suskunluğunu da duyar, hisseder, sezer. Suskunluğun ciltler dolusu kitaba, kütüphanelere bedel olduğunu anlamak kesinlikle önemli. Susmanın derinliğini, arka planını, geleceğini idrak etmek, kelimelerin söylemediğini okumaktır suskunluk ya da sükûtun çığlığı dediğimiz kavram.  Okuyan bilir ki hakikat, bağırarak değil fısıldayarak konuşur. Her yazıya “bilgi” ile değil, “hâl” ile yaklaşır.

Okumak aceleyle değil, sabırla olur.

Hayatı okumak, gözlerdeki derin anlamları okumak, kendini okumak, Kur’an’ı okumak vb. öyle kolay iş değil elbette sabır isteyecektir.

Bir düşünün, bir sabah uyandınız. İşinize gittiniz. Çay ocağında bir başka çalışanla ayaküstü sohbet ederken, laf arasında biri, “İş arkadaşınıza karşı önyargı geliştirebileceğinizi, kurum, kişi, orası burası hakkında farklı fikirlere kapılabileceğinizi…” fark etmeden,

“Duydun mu? Ordinaryüs Bey yine gelmemiş, sürekli izin veriyorlar buna da.” dedi. Başka birisi için de peki, şunu duydun mu? “Eğitime hep aynı kişiler gönderiliyor, biz hiç çağrılmıyoruz.” dedi.

Nasıl hissedersiniz?

Eğer her gün vaktinde geliyorsanız, ortada bir haksızlık olduğu izlenimi varsa hem o kişiyle hem de yöneticilerle aranıza mesafe koyabilirsiniz. Bu mesafeyi de bu cümlelere dayanarak yaparsınız ya da yapmazsınız.

Fakat biraz sonra Ordinaryüs Bey’in yakın bir akrabasının kanser hastası olduğunu ve ona bakmak için izin aldığını, eğitime giden kişinin de gerçekten rast gele seçildiğini öğrendiğinizde kendinizi nasıl hissedersiniz? Zararsız gibi gözüken, laf arasında söylenip geçilen bir bilgi gününüzü, haftalarınızı mahvedebilir.

Arkadaşlarınız arasındaki muhabbet azalır. Kurum içi veya oda içinde anlaşmazlıklar başlar. Yönetime duyulan güven sarsılır. Huzursuzluk yayılır. “Söylentilerin yayılmasıyla birlikte, bu gelişigüzel laf olsun diye kurulan cümleler çorap söküğü gibi gelir ve toplumsal bütünlüğü, insicamı, akışı güzelliği bozabilir.” İşte dedikodu (gıybet), ya da cahillik, kitap sevmezlik tek başına koca bir kitleyi “imha” edebilecek güce sahiptir- hem de çoğu kez siz farkında olmadan.

Okuyan zihin, her duyduğunu sorgular ve doğrulama ihtiyacı hisseder. Yani her duyduğuna her söylenene öylece inanıp peşine düşmez. Söyleyene, onun haline, yapıcı mı yıkıcı mı olduğuna bakar. Sonra sorar, soruşturur ve hiç de öyle olmadığını görür. Konumuz nitelikli okumak. Konudan sapmış değiliz bu arada. Okuyanın bunlara inanmayacağını bir müşahhas örnekle izah edelim istedik.

Okuyan insan hele bir de nitelikli okuma gayretinde olan insan, gıybetin sosyolojik ve psikolojik etkilerine inanmaz. Kitap okumanın bireysel ve toplumsal yanı olduğu gibi yazma eyleminin de bireysel ve toplumsal yanı vardır. Yazmak, gerçekten de sadece bireysel bir eylem değildir. Topluma yazılmış bir mektuptur, kayıttır, tutanaktır, rapordur. Her metin, ait olduğu zamanın şahitliğini yapar. Yazmak, bir nevi hafıza inşasıdır.

Fakat unutmamak gerekir. “Her kalem iz bırakmaz, her iz yola çıkmaz ve her iz takip edilmez.” Yazmak da okumak da sorumluluk ister. Çünkü söz, toplumu ya inşa eder ya da ifsat. “Söz dinlenir, yazı okunur; hikmet yaşanır.” Okuyan da yazan da toplumun kılcal damarlarına nüfuz eden ne varsa idrak eder, etmeli ve ona göre harekete geçmeli.

Yapılan araştırmalar gösteriyor ki cahillik, toplumun her türlü değerini önce güven duygusunu aşındırır. Dürüstlüğü, geleneksel olanı, milli ve manevi değerleri, hikmetli davranışları, ahlakı da aşındırır. Adeta üzerinde tepinir.  Ardından kaygı, sürekli teyakkuz hâli ve sosyal gevşemeye sebep olur. Toplum her türlü rezilliği, ahlaksızlığı yapar ve bunu açıkgözlülük olarak, uyanıklık olarak duyurur, över, göz yumar.

Kitap okunmadığında, çocuklar sadece sınav ezberine mahkûm olur, soru sormaz, günü kurtarmak için itiraz etmez ve hakiki manada sindire sindire çalışmaz. Gençler sosyal medya fenomenlerini rehber belleyip fikir yerine, öğrenmek, araştırmak yerine, doğruluk yerine etki peşine düşer, kısa yoldan köşe dönme peşine düşer. Çiftçi, toprağın sesini duyamaz, gübreyle ilacı karıştırır, tarlasını kendi eliyle zehirler. Öğretmen, mesleğini kutsal değil zorunlu görür, öğrenciye değil mesai saatine odaklanır.

Profesör, bilim üretmek yerine masa başında makale kopyalar, unvanla itibarın yerini karıştırır. Telefoncu ikinci el cihazı “sıfır” diye yutturur, galerici şanzıman sesini müzikle bastırır. Kasap bozulmuş eti, market sahibi son kullanma tarihi geçmiş yoğurdu kampanyaya sokar. İnşaat ustası, demiri eksik koyar, kolonun yükünü duvar taşır. Belediyeci kaldırım yapar, ertesi gün söker. Müdür tanıdığını işe alır, liyakati yani işi bileni, işinin ehli kişiyi kapıdan çevirir.

Avukat yasa bilmez, hâkim dosya okumaz, doktor okumadığı güncel kaynaklar yüzünden yanlış teşhis koyar. Esnaf müşteriye kazık atmayı “uyanıklık” sanır. Taksici yol uzatmayı hak görür, öğrenci dersten çok torpili düşünür. İmam vaazı tekrar eder, içini doldurmaz. Sorumluluk makamında olanlar halkı dinlemez, sadece alkışı, yalanı dolanı, parayı, haramı sever.

Kitap okunmadığında, düşünce küçülür, kulaktan dolma bilgi büyür. Kalem susar, bağıran ve haksız olan kazanır. Kitap okunmadığında yalan çok kolay söylenir.  Toplum, düşünen bireylerden değil, yönlendirilen, alınıp satılan, boykot edemeyen, niye boykot ettiğini de anlamayan kalabalıklara dönüşür. Kitap okunmadığında olan şeyler bunlar işte!

Eee bunlar da insanın içini karartmaya yeter!

Az şeyler değil yani!

Herhangi bir ortamda bilgi akışı zayıfladıkça belirsizlik artar, belirsizlik huzursuzluğa, huzursuzluk da söylentilere yol açar. Dedikodu, nerde olursa olsun zincirleme ve çok katmanlı zararlar üretir. Bu üretilen zararlar bilgiyle donanmış, irfanı sağlam kişilerle giderilir. Okuyan insan etrafına tebessüm dağıtan biri gibidir. Güzelliği çoğaltır, gönülleri rahatlatır. Oysa cahillik, karamsarlığa ve kararsızlığa, dedikoduya, boş lafa gebedir.

Unutmayın, eğitim şakaya gelmez. Kitap okumak hiç gelmez. Okumak için yazmak, yazılanlara bakmak gerekir. Düşüncenin ete kemiğe bürünmesi, zihnin aynaya bakmasıdır, yazma işi. “Söz uçar, yazı kalır” der atalar. Kalem, sadece mürekkep taşımaz. Yüreğin yükünü de kâğıda döker. Yazmaksa, kendini başkası üzerinden yeniden kurma biçimidir. Bardağın dolup taşması okumanın yazıya geçmesine benzetilebilir.

“Kalem kılıçtan keskindir.” derler; çünkü söz, görünmeyeni görünür kılabilir, dile gelmeyeni dillendirebilir. Ama bu, herkesin elinden gelen bir maharet değildir. Yazmak, önce susmayı bilmek, sonra o suskunluğu derin anlamlara dönüştürmektir ve sonra da süzüp kâğıda aktarmaktır. “Yazmak bir iddia değil, bir yolculuktur, bir yenilenme, yavaş yürüyüşten başlayarak tempolu yürüyüşe, oradan hafif koşuya, ardından normal koşuya ve en sonunda da hızlı koşu gibi yoğun bir ifade patlamasına, zenginliğine dönüşen bir süreçtir. “Kâğıda dökülen her kelime, zihindeki soruların, birikimlerin izidir, o birikimlerin taşmasıdır, ayrıca yazmak bir sorunu dertlenme işidir.

Kısacası doğru bilgi, doğru üslup ve doğru kanal birleşmeden huzur ve verimlilik mümkün değildir. Okumak, bu sacayağını kurmada bize eleştirel düşünme gücü verir. Velhasıl, derin insan için okumak, bilmek değil olmak meselesidir. Ancak ben oldum demek de doğru değildir. Bütün mesele yolda olmaktır. Deniz ne kadar derinse, o kadar durudur; insan da öyle. Ben oldum diyen, hamdır; ben olmaya çalışıyorum diyen, olgunlaşır. Olgun meyve de başını eğer, tıpkı dolu başaklar gibi. Oysa boş olan başaklar öyle dikilir durur.

Yazılanı anlamak kadar, yazılmayanı da duymak gerekir. Ve bu duyma, sadece kulağın değil, kalbin işidir. Okuduklarımız bizi dönüştürmüyorsa, yazdıklarımız başkasının kalbine değmiyorsa, anladığımız şey aslında hiç var olmamış olabilir. Okumak kendine, yazmak başkasına yolculuktur.

Umarım size ve daha ötelere bir yolculuk yapmışızdır. Ama anlamak… her ikisinden de öte, hakikate giden bir köprüdür. İdrak ve şuurun zirvesine niyettir anlamak. Anlamak, gözlerin parlaması kalbin cilalanmasıdır biraz da. Yağmur, meyvesiz ağacı neylesin?  Okumayan kalpler merhametle, güzellikle nasıl şenlensin?

Okumaktan öte, nitelikli okumak gerekir. Okumanın tadına varmak, satırlarda kaybolmak, öğrendikçe ne kadar küçük ne kadar zerre olduğunu, olduğumuzu idrak etmek değil midir bütün mesele? Kâinatın kendisi sadece bir zerre iken sen, ben, o, biz, siz, onlar nerede, nasıl bir zerreyiz ki… Üç günlük bu fani dünyada gurura, kibre, dünya hırsına, mala, mülke, makama, mevkiye, paraya, pula neden aldanırız. Oysa gerçek güç, bilginin ve alçakgönüllülüğün ta kendisidir.

Acizliğini, hiçliğini anlamaktır vesselam!