Lafızlar bizler için o kadar elzemdir ki onlar olmadan düşünmemiz dahi mümkün değildir.
Lafızlar manaların kalıplarıdır. İnsan anlatmak istediği manayı, lafızlarla sarıp sarmalar muhatabına takdim eder.
Lafızlarla hoş-nahoş olan birçok şey anlatıyor olabiliriz. Ancak o lafızlarla anlatılmak istenen manaların toplumdan topluma, zamandan zamana veya insandan insanın değiştiğinin farkındamıyız?
Lafızlarda zamanla (tedrici olarak) anlam genişlemesi, anlam daralması veya başka anlama geçiş (anlam kayması) olabilmektedir.
Anlam değişimlerinin birçok amili bulunmaktadır. Örneğin; bir lafzın mecaz veya kinâye manalarında kullanılması, umum veya husus manada kullanılması, bir sanat alanında özel bir anlamda kullanılması, yabancı dillerin etkisiyle sözcükteki mana değişimleri, dilin kuşaktan kuşağa eksiksiz aktarılamaması, bilimdeki değişimlerle beraber yeni sözlere duyulan ihtiyaç bu sebepler arasında zikredilebilir. Ayrıca lafızlarda zamanla anlam iyileşmesi veya anlam kötüleşmesi de olabilmektedir.
Lafızların toplumdan topluma değiştiğiyle alakalı “merkeb” kelimesini örnek verebiliriz. Arapça kökenli olan bu kelime Arapçada “binilen şey” manasındayken, Türkçede aynı kelime “eşek” manasında kullanılmaktadır.
Lafızların zamandan zamana değiştiğiyle alakalı “davar” kelimesini örnek verebiliriz. Bu kelime Eski Türkçede “her türlü mal, varlık” anlamına gelirken, günümüzde bu kelime Anadolu’da “koyun, keçi cinsine mahsus hayvan” manasında kullanılmaktadır.
Lafızların kişiden kişiye değiştiğiyle alakalı ise söylenecek çok şey var: Bu konuya İslam inancındaki kutsal kavramlar açısından ayrıntılı şekilde değinmemiz gerek.
Örneğin, “saf, saflık” kelimesi bir Müslüman olarak bizlere neyi çağrıştırıyor? Daha doğrusu bu kelime günümüzde hangi manada kullanılıyor? “Temiz, berrak” manasını mı, yoksa “bön, budala, ahmak” manasını mı?
Soruyu bir de şuradan soralım; bu kelimenin manasını bu hale kim getirdi?
Bizim saf (!) halkımızdan başkası değil elbette.
Bunun gibi onlarca derûnî, ulvî manalar içeren kavramlar. Bu kavramların manaları gibi kaybolan içtenliğimiz, hassasiyetimiz…
İnsan, güzel sözler mi söylemeli, yoksa sözleri kendi güzelliğiyle mi güzelleştirmeli?
Güzel konuşmak sanattır. Tatlı söz sihriyle yılanı deliğinden bile çıkartır. Birçok yaralar merhem kabul etmez tatlı dilden, güzel sözden başka.
Tatlı dile sahip olmak zordur. Hele de bu zamanda.
Yine de güzel söz söylemek işin basit kısmı. Asıl mesele bu zamanda o konuşulan şeylerin içini doldurabilmek.
Nasıl mi?
Bunun toplumsal ve bireysel olarak iki yolu var.
Toplum olarak, lafızlara eski manalarındaki kuvveti, etkiyi kazandırabilmemiz gerek. Bunu yapamazsak eğer, anlatamayız “aşk” kelimesiyle aşkın nefsani isteklerden başka bir şey olduğunu, mesela.
Bireysel olarak ise, bunu ancak yaşantımızla başarabiliriz. Örneğin; konuşan kişi, ağzından çıkan “sabır” kelimesinin manası, sabrederek ciğerlerine kadar hissederek tecrübe etmişse eğer, bu mana muhatabın ciğerine kadar tesir eder elbette. Aksi halde bu söz ruhsuz insan gibi, sadece cesetten ibaret kalır.
İşimiz çok zor gerçekten, zorlukların en şiddetlisini yaşayan kişinin sözündeki mana kadar “zor”, hem de.
Lafızların anlatmaktan aciz kalacağı insan olmak da yetmez.
Lafızların kendisiyle mana kazanacağı kişi olabilmek mesele. Efendimiz (sas) gibi, ashabı gibi, Mevlana gibi, Gazali gibi…
Önce içi boşalan lafızların manası kişiliğimizle doldurmalıyız. Sonra insana, insanlığı o lafızlarla anlatmalıyız. Sonra da insanı ve insanlığı o manalarının anlattığı o ulvî dereceye çıkarmalıyız.
İnsan mananın hamalıdır. Manayı taşır. Manayı temsil eder.
Ve insan şereflidir. Manasını kaybetmiş lafızlar onu anlatamaz. Bu, ona yakışmaz.
“şems-i asr”
arazrmzn@gmail.com