Bazen bir sözcük, bir dize, bir ezgi, bir tat, bir koku, bir çığlık, bir kahkaha… alıp götürür sizi uzaklara, kendi derinliklerinize. O zaman tünelinde, düşler kurup kendi içsesinle baş başa kaldığında; sevinir, üzülür, yapar, yıkar, taraf olur, karşı çıkar, hayran kalır, saygı duyar, halden anlar ve hani bir karmaşa yaşarsın ya!
Birkaç gün önce aynen böyle oldu. Bu kez de:
17. yüzyılda Torosların doruklarındaki Alevi-Türkmen aşiretinin bir bireyi olarak doğan ve saz çalıp söyleyerek, insanlığa mal olmuş olan halk ozanı Karacaoğlan’ın dizeleri etkiledi beni.
“Şu yalan dünyaya geldim geleli” şiirinde tarihi (geçmişi) sorgulamış ve adeta bugünkü işgalci-ırkçı-faşist anlayışlarda insani bir farkındalık yaratmak istemiş:
“Sual eylen bizden evvel gelene
Kim var imiş, biz burada yoğ iken”
Karacaoğlan’ın bu dizeleri; tarihi, felsefeyi, sosyoloji ve sosyal psikolojiyi barındırıyor. İnsanları geçmişe saygı duymaya ve empati yapmaya çağırıyor.
İki dize beni çok etkiledi; kendimle konuşturdu, tartıştırdı, düşündürdü ve geçmiş yaşanmışlıklara götürdü.
*
Ve büyük Usta’nın “Kim var imiş biz burada yoğ iken” sözüne uyup etrafa bakırken:
Geçmişten kalmış; evler, konaklar, kaleler, saraylar, ibadet mekanları ve kazılarla gün yüzüne çıkan; mezar, anıt, yazıt, heykel, takı, gömü, savunma-saldırı silahları… Bu kalıt ve izler o coğrafyanın belleği… Daha gün yüzüne çıkmamış nice insanlık mirası olduğunu gördüm/düşündüm.
Kalıtlarda izi olanları; yazılı belgesi olmayanları bir grup, yazılı belgeleri olanları da dört grup sayıp toplam beş gruba ayırdım:
1. Yazılı belgesi olmayanlar muhtemelen deprem, yangın, sel, salgın, kıtlık ve savaşlarla yok olmuş olanlar…
2. Bu toprakları asırlarca yurt edinmiş kadim halklar….
3. Coğrafyalarında yaşama şansları kalmadığı için göçle gelenler…
4. İnançlarını yaymak için gelenler…
5. Buralardaki kaynakları uzaklardaki egemenlerine götürmek için gelenler…
Şaşaalı görünseler de dünyadaki tüm imparatorlukların, zalimane eylemler yaptıkları gerçeği ortadadır: Kimi işgal, kimi fetih diyerek kendilerinden daha güçsüz olanların topraklarını ele geçirdiği, orada yaşayanları esir-köle sayarak canlarını, mallarını aldığı, başka yerlere sürgün ettiği, o coğrafyanın yer ve bölge isimlerini, dillerini, kutsal değerlerini, inançlarını, kültürlerini ve yaşam tarzlarını yok etmeye çalışmışlar… Ve ne acıdır ki, başarılarını da yaşayan mazlum halkları birbirine düşman ederek, çarpıştırarak elde etmişlerdir.
İşte bu tarihi gerçekleri bir kez daha hatırladım.
*
Sonra da kendi yaşanmışlıklarım dizildi karşıma:
Öğrencilik yıllarında bize neden-niçin sorgulaması yaptırmadan, sadece savaş kronolojisi ve sözleşme maddeleri ezberleten, bizden başkasını: “kötü/düşman” olarak tanıttığı için hiç sevmediğim “tarih” dersini hatırladım.
Tarih dersine duyduğum karşı duygum, ileriki yıllarda felsefe ve sosyolojiye ilgi duyunca: tarihi bilmek gerekir görüşüne dönmüş olsa da tam olarak bitmemişti.
Yıllar sonra, Münih Teknik Üniversitesi öğrencisi oğlumun misafiri olmuştum. Oğlumla birlikte yaptığımız, Münih Bilim-Teknoloji Müzesi (ki burası benzerleri arasında en büyük olanlardan imiş) gezisi, çocuk yaşlarımda oluşan tarih dersini sevmeme duygumu tamamen yok etmişti:
Müze, Alman mimarisiyle yapılmış dört katlı devasa bir binaydı. Giriş katında, en eski(ilkel) tarım toplumlarda kullanılan; obje, araç, gereç vardı. Sonraki her katta (kronolojik sıraya uyularak) toplumsal yaşamı kolay kılmak için kullanılan obje, araç, gereç ve teknoloji ürünleri sergilenmekteydi. Uzay ve iletişim çağı ürünleri en üst katta idi. Her katın tasarım ve donatıları rehberlere çok fazla ihtiyaç duymayacak yalınlıktaydı.
Müze ziyaretçilerinin büyük çoğunluğu; veli veya öğretmenlerin eşlik ettiği ana okul, ilkokul öğrencisinden başlayıp üniversiteye varan çocuk-genç grubuydu.
Bu güzel görüntü bana, ülkemiz eğitimi çağrıştırmış ve durumu eğitimci bakışıyla sorgulayıp, yorum yapmamı sağlamıştı. Gördüklerim, eğitim sistemleri arasındaki farklılığı gösteriyordu. Bu farklılığın ülkem çocukları için neden olduğu fırsat eşitsizliği de beni çok üzmüştü.
Karşılaştırma yapacak olursak diyebiliriz ki:
Buranın öğrencileri tarihi; toplumların geçirdiği değişim, gelişim, savaş, göç ve tüm yaşanmışlıkları olduğunu, müzede sergilenen obje, araç, gereç ve teknolojik ürünleri görüp inceleyerek, onlar hakkındaki açıklamaları yetkililerden dinleyerek… Sınıfta da öğretmenleri rehberliğinde akranları ile birlikte “neden-niçin-nasıl” sorularıyla sorgular, tartışır, yorumlar ve çıkarımda bulunurlar. Eğitim sözlükleri bunu: içselleştirerek öğrenme diye tanımlar.
Bizdeki öğrenciler ise tarihi; sınıf kürsündeki öğretmenin kendisine öğrencilik yıllarında ezberletilen savaş tarihlerini, yapılan anlaşma maddeler tekrarını dinler ve eve gidince de hamaset dolu ders kitabından da “kahramanlık” öykülerini defalarca okuyup madde madde, nokta virgül ezberlemeye çalışır. Eğitim sözlükleri bunu da ezberleyerek öğrenme diye tanımlar.
SONUÇ: Bugün eğitim sistemimizde “imam hatip anlayışı” egemendir, bu anlayışın biricik eğitim yöntemi de: ezberleyerek öğrenme olduğuna göre, uygar ülkeler ile aramızdaki bilimsel ve teknolojik farklılıklar devam edecektir.
Emin TOPRAK – DOSTÇA
Bingöl-Kiğı- Zeynelli Köyü’nde 19/03/1950’de doğdum.
Köyümde İlkokul (1957-1962)
Erzurum Yavuz Selim İlköğretmen Ok.(1962-1968)
İstanbul Atatürk Eğim Enst. Eğitim Böl.(1973-1977)
ve Marmara Ün. PDR bölümü Lisans tamamlama…
5 yıl İlkokul Öğretmeni,
16 yıl Rehber Öğretmen,
19 yıl Eğitim Müfettişi olarak 40 yıl çalıştım.
2013 yılında emekli oldum.
Halen emekli Matematik öğretmeni eşimle birlikte İstanbul’da oturmaktayız. 2 çocuk ve 2 de torunumuz var.
https://etoprak1950.blogspot.com/
Blogumda DOSTÇA yazılar yazıyorum.