Belçika Başbakanı Charles Michel’ın “Türkiye’nin Avrupa Birliği’nde yeri yok” açıklaması gazetelere yansıdı. Michel aynı zamanda Türkiye ile stratejik işbirliği yapılmasının gerekli olduğunu da söyledi. AB üyesi ülkelerden bu ve benzeri açıklamaları neredeyse her gün duyuyoruz. Michel’in açıklamalarını okuduğumda aklıma birkaç sene evvel Belçika ile çifte vatandaş olan oda arkadaşım geldi. Annesi babası Türkiye’de doğan büyüyen sonrasında çalışmak için yurt dışına giden gurbetçilerdendi. Kendisi orada doğmuş büyümüş ve üniversite eğitimi için Türkiye’ye gelmişti. Sürekli Türkiye’de (özellikle İstanbul’da) düzen denen bir şey olmadığını, her yerde trafik olduğunu, Belçika’da hayatın çok daha güzel olduğunu anlatır dururdu. Eğitim sistemi çok daha iyiymiş, üst kuruma geçerken Türkiye’deki gibi sınav sistemi yokmuş, herkes lisede mesleğini öğrenmeye başlıyormuş vs. anlatırdı hep. Oraya özlem duyardı, kendini Belçikalı hissettiğini ve okulu bitirince ülkesine hizmet etmek için oraya döneceğini söylerdi. 11 milyonluk bir ülkeyle 80 milyonluk bir ülkeyi karşılaştırmasının ne kadar doğru olduğunu sorardım ona. Zira beğenmediği, trafiğinden yakındığı, her fırsatta övdüğü Belçika’nın toplam nüfusu 11 milyonken sadece İstanbul’un nüfusu 15 milyon.
Türk kökenli bir çifte vatandaş bile ata yurdunu yerden yere vurup göç ettiği ülkeyi savunurken 11 milyon nüfusu olan bir AB üyesi ülke neden 80 milyonluk bir ülkeyle aynı birlikte olması istesin ki? Sorulması gereken en önemli soru da şu: Türkiyeneden AB üyesi olmak için diretmeye devam etsin ki? (Asla bahsettiğim arkadaşımın veya çifte vatandaş gurbetçilerin düşüncelerini yargılamıyorum. Böyle bir derdim yok. Sadece durumu daha anlaşılır kılmak istiyorum.)
Cumhurbaşkanı Erdoğan 16 Nisan referandumu öncesi meydanlarda evet oyu isterken gerekirse Türkiye ile AB müzakerelerini de referanduma götüreceğini söylemişti. (Sonrasında bahsettiği AB referandumuyla ilgili konuşmadı zira seçim stratejisi gereği alkış alması istenen sözler vardır. Bu söz de onlardan biriydi.) Erdoğan geçtiğimiz ocak ayının başında AB’ye üyelik sürecine ilişkin, “Bu bizi ciddi manada yorduğu gibi milletimi de yoruyor. Yani belki de bizi bir karara doğru sürükleyecek. Ne olur bizi alın diye yalvaracak halimiz yok.” diye konuşmuştu. Önümüzdeki süreçte AB ile ilgili nasıl bir süreç bizi bekliyor kestirmek kolay değil. Ama şunu açık ve net olarak söyleyebilirim ki mevcut siyasi ortamda Türkiye’nin AB üyeliği hedefinden kopması mümkün görünmüyor. Zira kanun hükmünde kararnamelere bakacak olursak da birçok AB uyum süreci yasasının varlığını görüyoruz. “Gerekirse vazgeçeriz” mealinde konuşmalar yapılmaya devam edecektir ama atılacak herhangi bir adım görmemiz pek olası değil.
AB’ye ihtiyacımız var mı diye konuşmadan önce….
Ekranlarda, gazetelerde AB müzakereleriyle ilgili her gün birçok içerik görmek mümkün. Türkiye’nin AB’ye ihtiyacı olduğunu düşünen bir kesim de mevcut. Bunu konuşmadan önce AB ülkelerinin asla Türkiye’nin bu birliğe girmelerine onay vermeyeceğinin bilincinde olmak gerekiyor. En basitinden nüfusu gittikçe yaşlanan, para birimi Türkiye’nin para biriminden 4.7 kat daha değerli, hristiyan, milli geliri yüksek bir AB’den söz ediyoruz. Buna karşılık nüfusu çok daha genç, 1 Euro’nun 4.75 TL olduğu, müslüman, milli geliri daha düşük olan bir Türkiye. Sadece bu sebeplerden dolayı bile AB bugüne kadar yaptığı gibi Türkiye’yi kapının dışında tutup oyalamaya devam edecek. 1959’dan bugüne kadar olduğu gibi…Üyelik başvurusunun yapıldığı 1959 yılından tam 46 sene sonra 2005’te tam üyelik müzakereleri başladı. 13 yıl sonra bugün gelinen noktada Almanya, Avusturya, Belçika gibi ülkeler açıkça Türkiye’nin üyeliğine karşı olduğunu söylüyorlar. Son dönemde Türkiye ile yürütülen müzakerelerin bitirilmesi gerektiği sürekli gündeme getiriliyor. Bunu yapmayacaklar.Türkiye’yi almayacaklar ama sürekli bekletecekler. Zira Belçika Başbakanı Michel’in açıklamasında da Türkiye’yi istemediklerini ama işbirliğinin de gerekliliğini söylemişti. Elbetteki AB üyesi bir Türkiye bugün olduğundan çok daha güçlü olacaktır. Ama bu bir ihtiyaç değildir. Türkiye Cumhuriyeti’nin kuruluşundan bugüne yoluna AB’siz ve güçlenerek devam ettiği 95 sene bunun en büyük kanıtı. Dolayısıyla Türkiye’nin bu süreçte yapması gereken şey netice alınması mümkün olmayacak bu müzakereleri sonlandırmaktan başka bir şey değildir. Bunun ne kadar mümkün olduğu elbette ki tartışılır. Hatta mevcut ortamda bu mümkün görünmüyor ama bu anlamsız müzakerenin sonuç vermeyeceği ortadayken yapılması gereken tek şey bu.
Galatasaray Üniversitesi İletişim Fakültesi mezunuyum. Aynı alanda yüksek lisans eğitimime devam ediyorum. Medya etiği, inovasyon gazeteciliği ve siyasal iletişim alanlarında akademik çalışmalar üretirken Fikir Kazanı’nda da anlatmak istediğim şeyleri yazıyorum.