“Sonra bir baktık,
Bize en çok hüzün yakışmış.
Aslında, yakıştığından değil,
yapıştığından çıkaramadık…” diyor:
/Mehmed Uzun
Osmanlı, ‘kul’ sayıldığı birçok farklı kimliği merkezi ‘Monarşi’ kurallarıyla yöneten büyük bir imparatorluktu.
Birinci Dünya savaşında yenilince; ülke içerisindeki bazı azınlıklarla zor günler yaşamış, emperyalist güçler pek çok bölgesini, hatta saltanat merkezi İstanbul’u bile kuşatmış ve işgal etmişti.
Gücünü kaybeden Sultan çareyi yurtdışına kaçmakta bulmuş, böylece saltanatı son bulmuştu.
Anadolu da Mustafa Kemal Paşa ile arkadaşları; birçok şehirde farklı kimlik lideri ile etkili din adamlarıyla toplanıp, işgal edilen yerleri kurtarmak ve korumak için yol-yöntem-çare aramaktaydı.
Uzlaşıya varılınca da: “Kurtuluş Savaşı” başlamış ve kazanılmıştı.
Bu zaferle yurdumuzun adı: “Türkiye”, başkenti “Ankara”, yönetim şekli ise “Cumhuriyet” olmuştu.
Cumhuriyet; demokrasiyi esas alan, hukukun üstünlüğüne dayanan, çoğulculuğu savunan ve her bireyin eşit haklara sahip olduğu, tüm kimlikleri kucaklayan bir yönetim şeklidir.
Ancak bizdeki Cumhuriyetin demokratik kucaklayıcı anlayışına izin vermeyen, ‘öteki’ olanı yok sayan tekçi inkarcı anlayış egemen olmuş. Sonra da neler neler olmuş…
**İşte demokrasiye uymayan birkaç uygulama:
**Türkçe dili dışındaki diller yasaklı…
**Tarihsel bellekte yeri olan; dağ-ova-köy-belde-kent isimleri yok sayılıp yerine Türkçe isimler konulmuş…
**Çocuklara Türkçe olmayan isim vermek yasak…
**Okulda Türkçe dışındaki dillerin eğitim hakkı olmaz….
**Öğrenci; Türkçe bilmeyen anne-baba-akraba ile anadillerinde konuşamaz olmuş…
**Anayasasında Laik olduğunu ilan eden Devlet; okullarda farklı inancı olan ailelerin milyonlarca çocuğuna, diyanet-cemaat işbirliği, yönetim ve denetiminde (veli izni almadan) Sünni anlayışı aşılayan: “zorunlu din dersi” vermekte…
**Alevi köy ve beldelere Cemevi yerine Cami yaptırmakta, inançlı-inançsız herkes Sünni-İslam yapılmak istenmektedir.
Kısacası, Devlet ‘taraf’ olmuş daha ne olsun ki!
Bu uygulama ve yasaklarla; Kürt, Alevi, Çerkez, Süryani, Laz, Gürcü, Hemşin, Pomak, Roman … gibi dil, inanç ve kültürler etkin kullanılamaz. Bu şekilde işlevsiz kalan dil, inanç ve kültürler; gelişmeyen, geleceğe aktarılamayan, geleceğin birer ölü dil-kültür adayı olmuşlardır.
Çünkü geçmişten gelen dil ve kültürler kullanılmazsa, gelecekte var olamazlar!
İşte bu yok sayan, inkar eden “devlet aklı” nedeniyle toplumsal pek çok karşı çıkış olmuştur. Bu ‘insani’ talepler için hiçbir demokratik uzlaşı ve çözüm aranmamış, hak talep edenler ‘terörist’ sayılınca, öldürmüş-ölmüş, veya ‘suçlu’ sayılarak karakol-mahkeme-hapishanelerde sindirilip susturulmuştur.
Görüldüğü gibi hiç uzlaşıyı sağlayacak diplomasi dili ve yöntemi kullanılmamıştır. Böylece, sadece ‘güç’ kullanan ölen-öldüren öfkeli-kinli nesiller yetişmiştir.
Bu nesiller de halkımıza; kuşaktan kuşağa geçen unutulmaz acılar yaşatmıştır.
İşte, politikacıların geçmişle: yüzleşelim, helalleşelim dedikleri toplumsal acılardır bunlar.
Geçmişin bu büyük acıları ve yükleri, bugün de hem ülkemizi hem de insanımızı; yoksul, acılı ve mutsuz bırakmıştır. Ve ayrıca ülkenin iç-dış güvenliği sorunlu, özgürlükleri ve kültürel çeşitlilikleri yasakların baskısı altındadır.
Yukarıdaki satırlar, bir korku ikliminin bize yaşattıklarıdır, sizleri bunlarla gerip üzdüğümü de biliyorum. Fakat içsesim bana “bunlar bizim gerçeklerimizdir” yazacaksın diyor, ben de mecburen yazıyorum.
Şimdi kısa bir ara vermeden önce size, küçücük bir soru soracağım:
Ötleğen kuşunu tanıyor musunuz?
Çokça evet cevabı aldığımı biliyorum. Fakat ben o kuşları görüp tatlı ötüşlerini duysam da onların zoolojik yaşamdaki bir gerçeğini yeni öğrendim. Ve belki bu bilgi yukarıdaki karamsarlığa biraz ışık olur diye sizlerle paylaşmaya karar verdim:
Ötleğen kuşları; çok sevimli, küçücük, çok güzel öten göçmen kuşlardır. Bu kendi küçük, gönlü yüce kuşlar; “Kim hangi yumurtan çıkmış?” sorgulaması yapmadan her tür yavruyu kanatları altına alarak ayrımsız; sever-besler-büyütür sonra da onları kendi kalıtsal mirasları ve kazandıkları yetileriyle özgürce yaşasınlar diye uçururmuş.
Bu, çatışmaya neden olabilecek bir sorunun barış içinde sevgi ile çözümüdür, beğendiniz mi?
Tabii ki herkes beğenip: “Evet!” diyecektir.
Peki, toplumsal sorunların bu yöntemle çözülmesine itirazı olan var mı?
Herkesin bu soruya: “HAYIR!..” dediğini duyar gibiyim.
Şimdi de son soruyu soruyorum:
Ötleğen kuşu gibi soy-sop-inanç sorgulaması yapmadan ve kanatları altında herkese yer açarak yol alan bir ‘Demokratik Cumhuriyet’ istiyor musunuz?
Belki kararsız olanlar ve “ben bilmem ki” diyenlerimiz vardır. Olabilir.
EVET! EVET! EVET! diyenlerin çoğaldığı günlere…
Emin Toprak – DOSTÇA
Bingöl-Kiğı- Zeynelli Köyü’nde 19/03/1950’de doğdum.
Köyümde İlkokul (1957-1962)
Erzurum Yavuz Selim İlköğretmen Ok.(1962-1968)
İstanbul Atatürk Eğim Enst. Eğitim Böl.(1973-1977)
ve Marmara Ün. PDR bölümü Lisan tamamlama…
5 yıl İlkokul Öğretmeni,
16 yıl Rehber Öğretmen,
19 yıl Eğitim Müfettişi olarak 40 yıl çalıştım.
2013 yılında emekli oldum.
Halen emekli Matematik öğretmeni eşimle birlikte İstanbul’da oturmaktayız. 2 çocuk ve 2 de torunumuz var.
https://etoprak1950.blogspot.com/
Blogumda DOSTÇA yazılar yazıyorum.