Branşımız ayrı, mesleğimiz aynı olan, çok sevip saydığım bir büyüğüm-dostum aradı.
Onun branşı edebiyat, sözü ve kalemi güçlüdür.
Uzunca bir sohbet yapmak istediğini, fakat okuldan gelecek torununu beklediği için zamanı kısıtlı olduğundan, uzun sohbeti başka güne bırakalım dedi, sonra da:
“YILGINLIK YOK!” yazını okudum çok beğendim, fakat yazının girişinde beni şaşırtan bir tuhaflık var!
Ne demek istiyorsun?” dedi.
Anladım!
Sık sık eleştiri ve övgüler aldığım abiye saygı duydum.
Ve birden üç eğitimciyi anımsadım-düşündüm.
*Birincisi:
Öğretmen-yazar-gazeteci Necmettin Salaz! Yakın zamanda ölmüştü. Onun, niçin “Kürtmüşüz” adlı bir kitap yazdığını ve Van’daki cenaze törenine, sadece 50 yaş üstü olanlar alındığını anımsadım.
*İkincisi:
Mizgîn Yalçın (Seçmeli Kürtçe Öğretmeni), mesleği için sosyal medyada “Kurdi Online” hesabı açmış. Kürtçe öğretimine yönelik videolarıyla ün kazanmış ve 76 bin takipçisi olmuş. 2021 yılında da: “En İyi Youtuber Eğitmen Ödülü” almış. Şimdi bu üretici öğretmen, sosyal medyada linç edilmek isteniyormuş!
Neden?
*Üçüncüsü:
Meslektaşım olan abi. Acaba ben, bu abiye tuhaf gelen ve onu şaşırtan ne yazmışım?
İşte o yazının ilk dört satırı:
“İyi günler!
Rojbaş!
Selam size sevgili kardeş ve dostlarım!
Slav ji wera bra û hevalên delal!”
Hepsi bu!
Kardeş ve arkadaşlar için yazılmış selamlaşma cümleleri!
Birinci ve üçüncü cümleyi: öğrenim gördüğüm Türkçe ile, ikinci ve dördüncü cümleyi ise; yok sayıldığı için alfabesi ve gramerini yeterince bilemediğim anadilim Kürtçe ile yazdım!
Ve sonra yukarıdaki üç olayı birleştirerek düşündüm.
Ve irkildim!
O anda titrek dudaklarımdan dökülen fısıltı şuydu:
İşte, 100. yılını kutladığımız Cumhuriyetimizden insan manzaraları!
***
Bu manzaralar 3-5 değil ki, yüzbinleri bulur, sayamayız!
Biraz da ülkemizin Cumhuriyete geçiş yıllarına bakalım:
Birinci dünya savaşında, pek çok kimlik ve inancın bulunduğu, büyük fakat güçsüz Osmanlı İmparatorluğu yenik, emperyalist güçler galiptir!
Osmanlı imparatorluğu parçalanmış, orduları dağıtılmış, başkenti ile bazı bölge ve kentleri talan ve işgal edilmiştir.
Böyle bir ortamda, Osmanlı subayı Mustafa Kemal 19 Mayıs 1919 günü görevli olarak Samsun’a gider. Ve O, sarayın verdiği görevi değil, işgal edilen yurdunu düşünmektedir.
Bu düşüncesini gerçeğe dönüştürmek için de kendisi gibi asker olan Refet Bele, Rauf Orbay, Kazım Karabekir, Ali Fuat Cebesoy ve Mersinli Cemal Paşa ile bu işgalden kurtuluş için yol-yöntem ararlar.
Bu amaçla Anadolu’daki tüm etnik ve inanç gruplarının ağa, bey, şeyh, hoca gibi feodal liderleriyle temas kurar, toplantılar yaparlar.
Anlaşıp uzlaşınca: 21-22 Haziran 1919 Amasya genelgesini hazırlayıp peşi sıra: 23 Temmuz – 7 Ağustos 1919’da Erzurum, 4 -11 Eylül 1919 Sivas kongreleri yapılır ve 1921 Anayasası kabul edilir. 1919-1922 yıllarında da Saray’a rağmen, halkın can ve mal katkılarıyla Kurtuluş Savaşı başlar ve işgal edilen topraklar kurtarılır.
Bu birliktelik ve uzlaşı ortamı sağlayan 1921 Anayasasındaki demokratik ve eşitlikçi maddeler şunlardır:
* “Madde 1. Hâkimiyet bilâ kaydü şart milletindir. İdare usulü halkın mukadderatını bizzat ve bilfiil idare etmesi esasına müstenittir.
* Madde 2. İcra kudreti ve teşri salâhiyeti milletin yegâne ve hakikî mümessili olan Büyük Millet Meclisinde tecelli ve temerküz eder.
* Madde 3.- Türkiye Devleti Büyük Millet Meclisi tarafından idare olunur ve hükümeti “Büyük Millet Meclisi Hükümeti “ unvanını taşır.
* Madde 4. Büyük Millet Meclisi vilâyetler halkınca müntahap azâdan mürekkeptir.
* Madde 11.Vilâyet, mahallî umurda mânevi ve muhtariyeti haizdir…”
Görüldüğü gibi bu kurucu Anayasa; Padişahın “tek kişi” buyruğuna bağlı yönetimine son vermiş. Çoğulculuğu esas almış, Vilayetlere muhtariyet ve yerinden yönetim yetkileri vermekle demokratik bir öz kazanmıştır. (Bugün bu demokratik hakları istemek bile ‘hainlik’ kabul edilmektedir)
Ancak bu uzlaşı ve barış ortamı uzun çok uzun sürmez. 1924 Anayasası kabul edilirken, Anadolu halklarına özellikle Kürtlere Amasya, Erzurum Sivas görüşmeleri ve 1921 Anayasası ile verilen söz ve demokratik haklar yok sayılmıştır.
Böylece ülkede çok kültürlü çok dilli bir çoğulculuk kalmamıştır. Devletin sosyal hayat ve eğitim politikası: ‘Güneş Dil Teorisi’dir. Ve bu ‘tekçi’ bir anlayıştır. ‘Bir Türk Dünyaya Bedeldir’, ‘Ne Mutlu Türküm Diyene’, diye diye büyüyenlerin tabii ki azgın bir egosu olur. (Birkaç yıl öncesine kadar 6-7 yaşından itibaren tüm öğrenciler güne ‘Türküm’ andıyla başlardı. Halen bunun özlemini çeken çokça insanımız var.)
Yukarıda anlattıklarımız, bugünkü kutuplaşmalar, çatışmalar, bütçemizin çok büyük kısmının ölüm makineleri ile yok olması, yoksulluğumuz ve bugün yüksek yargıda yaşanan krizlerin tümü, bu inkarcı, yok sayan, tekçi, Türkçü anlayışa dayalı eğitimin sonucudur!
Böylece ben/biz olanlar esas vatandaş, o/onlar ise değersiz-kimliksiz kendilerine bağımlı sayılmışlardır.
Tekçi anlayışla herkesi kendilerine benzetme: sokakta, okulda, askerde, mecliste … her yerde!
Amaç: Kürdü Türkleştirmek! Aleviyi Sünni kılmak! Alevi Köyüne Cami yapmaktır!
Bunun için laiklik, insan hakları ve özgürlükler yok oldu, hapishaneler fikir suçlularıyla doldu.
Cumhuriyetin en önemli özelliği seçme-seçilme hakkıdır derler! Hani, nerde seçilmiş vekiller ve belediye başkanları?
Başlatılan Kayyum düzeni nedir?
Bu yüzden, asimile olan 15 yaşındaki öğrenci-emekçi Vanlı Necmettin Salaz, dede ve ninelerinin Türkçe bilmediğini bile bile unutur. İş yerinde tanışıp çok sevip saydığı ‘abi’ ona: “Siz Kürtsünüz” dediğinde, ‘Türk’ olduğunu, ‘Kürt’ denilerek aşağılandığı duygusuyla öfke nöbeti geçirir ve sevip saydığı o abiye küfürler eder!
İşte bu yüzden “Seçmeli Kürtçe” öğretmeni Mizgîn Yalçın, sosyal medyada linç edilmek istenir!
İşte bu yüzden meslek büyüğüm abi, bana: “… yazının girişinde beni şaşırtan bir tuhaflık var! Ne demek istiyorsun?” diyor!
FAKAT bence bu tür söylem ve eylemi olanların suçu yok, hepsi haklı!
Çünkü onlar; çok dilli, çok kültürlü, çoğulcu bir anlayışla barış içinde büyütülmedi.
Çünkü onlar Türkçü (tekçi) bir anlayışla eğitildiler, bu azgın egoları da bu yüzden.
Ve yazımızı bir şarkının iki dizesiyle bitirelim:
“Her geçen bir yudum aldı. / Sen hepsini iç Sultanım!”
Emin Toprak – DOSTÇA
Bingöl-Kiğı- Zeynelli Köyü’nde 19/03/1950’de doğdum.
Köyümde İlkokul (1957-1962)
Erzurum Yavuz Selim İlköğretmen Ok.(1962-1968)
İstanbul Atatürk Eğim Enst. Eğitim Böl.(1973-1977)
ve Marmara Ün. PDR bölümü Lisan tamamlama…
5 yıl İlkokul Öğretmeni,
16 yıl Rehber Öğretmen,
19 yıl Eğitim Müfettişi olarak 40 yıl çalıştım.
2013 yılında emekli oldum.
Halen emekli Matematik öğretmeni eşimle birlikte İstanbul’da oturmaktayız. 2 çocuk ve 2 de torunumuz var.
https://etoprak1950.blogspot.com/
Blogumda DOSTÇA yazılar yazıyorum.