Ara sokaklar neşeliydi, şimdilerde o günlerden tek ize rastlayamazsınız. Elimizde bir dilim tandır ekmeği üzerine anne eliyle sürülmüş salça tadı damağımızda kalırdı. Hem elimizde salça olurdu hem de topun peşinden koşardık. Bazen bizden büyük abilerimiz kızardı bize elde ekmek topun peşinden koşulmaz diye. Oturur hızlıca bitirirdik salçalı ekmeğimizi. Üç saat var gün batımına ama yetmiyordu işte, bazen çok kalabalık olurdu iki takım tutardık ilkin birinci takım sahaya çıkardı, sonra diğer arkadaşlar. Bakmayın öyle saha dediğime her gün defalarca ayağımızın tozuyla bir dünya taşı sahanın dışına atardık. Zorlu günlerin hengamesi epey büyük olur derler, aynen öyleydi. Ama tek parantezle ifade etmek gerekirse tatlı bir hengameydi. Bizleri yoran yaşam koşullarının zorluğu ne derece büyükse o kadar anlamlı ve değerliymiş yaşam.
Zaman yetmezdi, akşam yemeği biter bitmez bu sefer saklambaç oynamaya başlardık. Tabii herkesin elinde telefon yoktu o aralar, sadece evde duran kablolu cebe girmesi imkansız telefonlardan tek adet olmak suretiyle evde asılı dururdu. Çalınca veya arayınca öyle uzun uzun konuşamazdık, herkese en fazla iki bilemediniz üç dakika, ne kadar konuşabilirseniz artık. Bize göre şehirde yaşayanlar mutluydu onların düşüncesindeyse biz daha mutluyduk. Köyde yaşayanların paylaşım kendince sebepleri vardı. Mesela şehirde yaşayanların bisikleti olur istedikleri kadar binip gezebilirler. Köyde yaşam süren çocuklar kendince böyle basit dönemine ve yaşına göre anlamlı gerekçeler bulurlardı. Şehirdekilerse buna antitez olarak köyde yaşayan çocukların elindeki salçalı tandır ekmeğini hiçbir şeye değişmezlerdi. Hatta şehirde yetişmiş çocukların kanısına göre sahanın dışına attığımız taşlar bile bir aktiviteydi.
Nerede yaşarsak yaşayalım, hangi bölge, il, ilçe ve köy olursa olsun mutluyduk. Profesyonel olmasa bile oynadığımız futbol müsabakalarımızda mutluyduk, amatörceydi ama mutluyduk. Mutlu olmak için çok fazla gerekçemiz vardı. En basitinden top oynarken bizi kovalayan mahalleli Şeyhmus amcanın sayesinde mutluyduk. Ağlayarak değil kahkaha atarak kaçardık, verdiğimiz rahatsızlıktan dolayı pişman değildik, çünkü biz sadece eğlenmek amacıyla kendimize saha diye sahiplendiğimiz başı boş sokağın en sahici sahipleriydik. Diz üstü yere düşünce ağlardık o da çok acı verdiğinden. Abimiz başımızı okşadığında hemen ayağa kalkardık, evet acıyı yenmiştik. Kimimiz sarmayı sevmez erken gelirdi akşamları oynamaya. En önemlisiyse mutlu uyurduk. Eskiye ya da maziye adına her ne dersek diyelim özlemimiz çok fazla. En kestirme birkaç nedenden biriyse mutluyduk. Bu mutluluğun çok basit nedenleri vardı, bana göre en önemli nedeni oturup muhabbet edebilirdik. Çocuktuk ama bir yetişkinin gözlerinden anlayacak kadar esnaftık. Ticari tek faaliyetimiz yoktu biz sadece mutluluğumuzun peşinden koşan mahallenin yaramaz çocuklarıydık.
Keşke tanıştığım mahalle kavramıyla şimdiki aynı olsaydı. Keşke salçalı tandır ekmeğinin tadı hep aynı kalsaydı, keşke çocukluğumuzun gözlerindeki umut hep parıldasaydı. Hiç şüphesiz geçmişe özlem duyuyoruz. Yeni olan ne varsa hepsinden çoğumuz kaçıyoruz. Bu aslında ne entegrasyon meselesi ne de başka bir kavramla ilişkili. Çocukların ruhu birdi, sadece o cana dokunan mekan, insan, araç gereç gibisinden etkenler gerekliydi.
Geçmişi özlüyoruz, yeni olandan istesek de istemesek de kaçıyoruz. Yeni olan kapitalizm kokuyor, yeni olanın anlayışı sömürge. En başta duygularımızdan başlıyor, bunu en iyi esnaf gözüyle yapıyor. Sistem meselesi mi yoksa bireyle mi alakalı bilemem ama geçmişe özlem yeni olandan kaçış söz konusu. Çocuklar hiç mi hiç mutlu değiller, plazalar onlara dar geliyor. Çünkü çocukluğun ruhu salçalı tandır ekmeği kadar basit ve narin olanda saklı. En azından benim gördüğüm bu.
26.10.1998 tarihinde hayata gözlerimi açmışım.
“Hepimiz bir dünyanın ortak vatandaşlarıyız.” Bundan dolayı ırk, dil, din, memleket… Önemsiz (en azından benim için).