Islıklar kimi zaman masumiyetin resmi, kimi zamansa beraberinde büyük günahlar barındıran uğursuz bir iletişim. Rahmetli dedem Nakrov hep derdi, ıslık çalma şeytan gelir diye. Ama dinlemezdim. Aramızda en güzel ıslık çalan Şaziye ablamdı. Lüle gibi saçları, inci gibi dişleri vardı; sanki 28 yaşında değil de daha yeni 14’üne girmişti. Ama yüzündeydi kaderi. Sonunun büyük bir hüsran olacağı çok belliydi. Falcılar el falından veya bir kahve ile insanlara neler yaşayacaklarını söylerler. Ama Şaziye’nin ne avuçlarında tek çizgi vardı ne de kahve falında tek çizgi görünürdü. Hep bir araya gelmiş bir kahve olurdu. Onun için falcıların birkaçı onu uğursuz bilirdi. Mahalledeki kızların arasında en cesur olanımız oydu. Bu denli cesaret bile onun hayatının kararacağına bir işaret değil miydi? Ne zaman yağmur yağsa sıkı sıkı giyinir ve dışarıda yağmurun altında dolanırdı. Bazen olduğu yerde dururdu bazen ise kilometrelerce yol yürürdü. Şemsiyesini ise hiçbir zaman yanına almazdı. Pantolonunun cebinde yasaklı bir bıçak taşırdı. Kızların hiçbiri ona bulaşmaya cesaret edemezdi hatta erkeklerden birkaç kişiye de dövdüğünü söylemişlerdi.
Yine günlerden bir gün yağmur yağdı, dereler su götürdü ve insanların hepsi aynı anda ağlarcasına hiç durmadı. Ta ki Şaziye…
Babası ona evimin direği derdi. Kendinden iki yaş küçük bir erkek kardeşi vardı lakin diğer kızlar gibi hiçbir zaman kendisini bir başkasının himayesinde güçlü veya korunaklı hissetmeye çalışmazdı . Bilakis yeri gelince kendinden küçük erkek kardeşine üslubuyla ayar vermeyi iyi bilirdi. Küçük bir çocuğun yüreği vardı kalbinde. Okuduğu kitabın haddi hesabı yoktu ve sadece bundan dolayı ona deli Şaziye derlerdi. Oysa dünyada en büyük deliliğin cahil cesareti olduğunu söylerdi, hayatı merak etmeyen ve sorgulamayan insanlar bu cesarete sahip olurlar diye düşünürdü.
Sabahın erken saatlerinde başlayan yağmur birkaç gün boyunca durmamıştı. Yağmurun yağması ile evden çıkan Şaziye kayıplara karışmıştı. Yanında bıçağı, çantası ve montu yoktu. Bir ay iki gün Şaziye kayıptı. Sonunda onu İlerbasan köyünde buldular. Cansız bedeni, bembeyaz suratı insana gülümsemekte. İnsanı rahatsız eden bir ceset kokusu olmaması kimsenin dikkatini çekmemişti. Çırılçıplak bedenini babası örtmüştü. Babasına Hüseyin baba diye hitap ederdi. Örtüyü göğsünün üstüne serdikten sonra yüzünü kapatmadı. Yüzüne baktı, hatıraların hepsi aynı anda gözünde canlandı. Annesi görmesin diye gizlice içtikleri sigaranın izmaritlerini cebinden çıkardı. Avucundaki izmaritlere uzun uzun baktı. Başındaki kalabalığa döndü, göz yaşlarının arasından hafif tebessüm etti. Herkes mahcup bir şekilde göz yaşları ile bir ağaca doğru yanaştı. Kızını alnından öperek kulağına eğildi. Sözcükler göz yaşlarına karıştı, hıçkırıklar halinde başını gökyüzüne kaldırdı. Ve gökyüzüne bakarak
– Hüseyin baba öldü kızım, dedi.
Bir anne ağlarken feryat eder ama babalar daha sesiz ağlar. Babalar en çok ağlamaktan korkar, bir baba için ağlamak acıdan ziyade kaybetmektir. Kaybetmek sonsuzluktur ve sonsuzluk ise korku. Bundan olsa gerek bütün babalar sakince ağlar. Anneler ise daha da kaybedeceği bir şey yokmuş diye hisseder ve saçını başını yolarak ağlar. Cenazede sadece imam ve Hüseyin baba vardı. Hiç kimseyi istemiyordu, annesi sadece gömülene kadar durabildi sonra alıp onu da götürdüler. Taziye evinde bir hüzün… Hangi cenazede mutluluk vardır ki? Şaziye’nin ölümü de bütün ölümler gibi yaslıydı. Gözyaşları ise simge. İlkbaharın ilk ayıydı ve tam 15’ine denk gelmişti Şaziye’nin ölümü. İkindiye doğru defnedilen cenazenin otopsi raporunda üşümeden dolayı bir ölüm olduğu anlaşılmıştı.
Şimdi dışarıda kuşlar ötüyor ve Şaziye toprağın altında yatıyor. Toprak ona merhamet ederse zayi makamından güzel haberler vardır. Babası Hüseyin cenazenin başında bir sigara yakmıştı. İzmaritleri cesedinin üstüne serpiştirmiş hatırasını gözünden ayırmıyordu. Yeni filizlenen iki bütün papatyayı mezarlığın bahçesinden alıp baş ucuna koydu. Artık ağlamıyordu. Sadece her sigara yakışında Hüseyin baban öldü diye mırıldanıyordu. Mezarın başından ayrılıp köyün meydanına indi. Zar zor yürüyordu. Arkadaşının oğlu Ali koluna girdi. Yürüdüler beraber, Ali hiçbir şey demedi, başınız sağ olsun Hüseyin amca; demenin bile neye bedel olduğunu biliyordu. Onunla beraber ilçe merkezine gittiler. En güzel montu alıp döndüler beraber. Montu kabir taşına astı. Toprağına sarılarak…
– Hoşça kal Şaziye’m, hoşça kal ölü Hüseyin’in kızı.
Ali, Hüseyin amcasının üzerini silkeledikten sonra koluna girdi. Beraber eve girdiler ve ölü Hüseyin ölene dek daha dışarı çıkmadı. 16 yıl boyunca pencereden Şaziye’nin mezarına baktı. Şaziye ölünce baba Hüseyin de öldü.
26.10.1998 tarihinde hayata gözlerimi açmışım.
“Hepimiz bir dünyanın ortak vatandaşlarıyız.” Bundan dolayı ırk, dil, din, memleket… Önemsiz (en azından benim için).