AKP’nin 15 yıldır sürmekte olan uzun iktidarı boyunca parti ve hükümet ileri gelenleri tarafından her vesileyle dile getirilen bir husus var; diyorlar ki “Herkes bize oy vermiyor da olsa, biz bütün topluma hizmet için buradayız”. Nitekim AKP Genel Başkanı ve Cumhurbaşkanı Tayyip Erdoğan’ın kendisi de yeri geldiğinde “Kimsenin hayat tarzına karışmıyoruz; bizim baskı ve zorlama ile işimiz olmaz” şeklinde demeçler veriyor.
Peki toplumdaki algı gerçekten böyle mi? Eğitimden örnek verelim. Erdoğan’ın temel eğitim anlayışının “dindar ve kindar bir nesil yetiştirmek” olduğu kendi ifadesiyle sabit. Bunu hayata geçirmek için de son yıllarda daha belirgin hale gelen iki uygulama var. İlki imam hatip okullarının ve bu okullarda eğitim gören öğrencilerin sayılarının mümkün olan en hızlı ve yaygın şekilde artırılması, diğeri ise anaokulu etkinliklerinden televizyon reklamlarına, dizilerden resmi açılış törenlerine kadar her alanda dini referansların günlük hayatta daha görünür hale getirilmesi. Bu süreçte Ensar gibi “sivil toplum kuruluşlarına” önemli bir misyon atfetildiği de yine Erdoğan tarafından açıkça ifade ediliyor.
Cumhurbaşkanımız mezunu olduğu imam hatip okullarına o kadar önem ve değer veriyor ki, ona göre ahlaklı, dindar ve irfanlı bir eğitim başka hiçbir okulda, hiçbir eğitim anlayışıyla mümkün değil gibi. Son yıllarda bir yandan giderek artan bir hızda yeni imam hatip okulu binaları yapılırken, diğer yandan mevcut okul binaları imam hatibe dönüştürülüyor. Basına da yansıyan en son örneklerden biri Erdoğan’ın memleketi Rize’deki Anadolu Lisesi’nin imam hatip ortaokuluna dönüştürülmesi amacıyla kapatılma kararı. Peki bunlar ailelerin isteği ve rızasıyla mı oluyor? Tersine, pek çok yerde veliler buna karşı çıkıyor; protestolar yapılıyor, sosyal medyada “okuluma dokunma” kampanyaları düzenleniyor. Ama idare itirazlara kulak tıkıyor ve pek çok başarılı, köklü okul imam hatibe dönüştürüıüyor. Fetö’den ele geçen kimi okul binalarının da aynı şekilde –o yörede farklı eğitim kurumu ihtiyacı bulunsa bile- doğrudan imam hatip yapıldığı görülüyor. Soracak olursanız, “Biz kimseyi çocuğunu imam hatibe göndersin diye zorlamıyoruz” denecektir. İyi de, bir ilçenin, kasabanın, mahallenin tek okulunu imam hatip yaparsanız, başka bir deyişle, orada yaşayan insanları “imam hatibe mecbur bırakırsanız”, bu da bir baskı ve zorlama değil midir?
Hayat tarzına müdahele dendiğinde akla gelen bir örnek de alkollu içki satış ve kullanımına dair uygulamalar. Hatırlayanlar olacaktır; Erdoğan İstanbul’a belediye başkanı olduğunda ilk icraatlarından biri belediyeye ait bütün sosyal mekanlarda alkollu içkiyi kaldırmak olmuştu. Bu uygulamayı açıklarken de mealen “içenlere karışmam, ama sorumlu olduğum alanlarda içilmesine de müsaade etmem” demişti. Sözü edilen ortak sosyal mekanların sadece kendisine oy verenlere değil aynı zihniyette olmayan vatandaşlara da ait olduğu ise seçim sonrası yapılan güzel konuşmalarda bir ayrıntı olarak kalmıştı. Bugün kimi alkollü içkilere ödenen bedelin yüzde 50’den fazlası vergi. Benzinden sonra en çok vergi alınan kalem herhalde alkollü içecekler. Aktif turizm bölgeleri dışında AKPli belediyelerden alkollü içki ruhsatı almak neredeyse imkansız gibi. Geçenlerde Üsküdar Belediyesi’nin yeni yapılan lüks bir alışveriş merkezi için yatırım sahibi Arap Şeyhi’ne alelacele alkol ruhsatı vermesi nadir rastlanan bir örnek tabii. Kimi valilik ve belediyelerse alkollü içki bulunan mekanlara “batakhane” muamelesi yapıp yerleşim yerlerinin dışında tutulmalarını, ortak sosyal hayatın içinde olmamasını istiyor. Özetle “biz kimseye karışmıyoruz, isteyen istediği yerde istediğini içiyor” söylemi pratikte karşılığını pek bulmuyor gibi..
Güncel bir diğer örnek de Ramazan aylarında yaşananlar. Oruç tutmayanlara saldırıp sonra da kendilerine hala “oruçlu Müslüman” diyebilen –ve maalesef adli takibata da pek uğramayan- bir güruhu saymazsak, kimse oruç tutsun diye baskı ve zorlama görmüyor, doğru. Öte yandan, “Orucuma Saygı Duy” sloganıyla görsel kampanyalar düzenlendiği de ilk defa AKP döneminde görülüyor. Bu memleketin tarihinde Allah’ın hiçbir kulu oruç tutuyor diye en küçük bir kamusal baskı görmediği, tersinin ise pek çok örnekleri yaşandığı halde neden böyle bir kampanyaya ihtiyaç duyulduğu da merak konusu. Kendini bilen hangi insan dini inancının bir gereği olarak oruç tutan bir insana saygısızlık edebilir ki? Bu kampanya ile verilmek istenen mesaj “oruç tutmamanıza bir şey demiyoruz ama fazla ortalıkta görünmeyin” midir acaba?
Bütün bu “baskı ve zorlama ile işimiz olmaz” söylemlerine dair iki notla bitirelim. Bir kere, bu tür açıklamaların yapılıyor olması dahi kendi başına bir sorun. Ülkeyi yönetenler farklı düşünüyor da olsa, pratikte yaşananların toplumun yarısında neden olduğu bir tedirginlik ve endişe var demek ki, bu tür açıklamalar yapılmak durumunda kalınıyor. İkincisi ise bütün bu “kimin hayat tarzına karışmışız ki” söylemlerinde inceden inceye “yapamayacağımızdan değil, ama yapmıyoruz” yollu bir gönderme seziliyor. Yani, demokrasi, farklı düşünen ve yaşayanların hak ve hürriyetlerinin teminat altında olması meselesi olarak değil, yüzde 1.5 ile dahi olsa “galip gelen çoğunluğun mağlup edilenlere bir lütfu” olarak görülüyor sanki.