Duyguların, düşüncelerin, anatominin kısacası neredeyse her şeyin yapaylaşmaya artarak devam ettiği içinde bulunduğumuz yüzyılda, günümüzün ansiklopedisi olan arama motoru ekonominin tanımını, “bir insan topluluğunun ya da bir ülkenin, yaşayabilmek için üretme ve bunları bölüşme biçimlerinin ve bu eylemlerden doğan ilişkilerinin tümü” olarak yapmaktadır. Esasen ekonomi kelimesinin kökeni Antik Yunan’a dayanmaktadır. Eski Yunanca’daki “Oikos (ev)” ve “Nomos (idare)” kelimelerinin birleşiminden “oikonomia (ev idaresi)” sözcüğü oluşmuş ve bugün kullandığımız ekonomi sözcüğü ortaya çıkmıştır. Çeşitli tarih kaynaklarında bu terimin Antik Yunan topraklarında köle sahiplerinin yaşam alanlarının idare edilmesiyle ilgili kullanıldığı belirtilmektedir. Üretim, ticaret, tüketim, ithalat, ihracat gibi, insanların ihtiyaçlarını karşılamak için yaptıkları her türlü faaliyeti içermeye başlamasıyla da daha geniş bir anlam kazanmaya devam etmiştir. Antik Yunan döneminde kölelere siyaset hariç bütün faaliyetler serbestti. Çünkü Yunanlılar için siyaset, bir vatandaşa layık olan tek önemli etkinlikti. Siyaset haricindeki diğer tüm etkinlikler, vatandaş olmayanların yapabileceği düşük bir seviyeye indirgenmişti. Meslek değil, statü önemliydi.
Dar veya geniş hangi perspektiften bakarsanız bakın, bugünün özeti niteliğinde aslında bu tanımlamalar. MÖ 400’lü yıllara dayanan bu bilgilendirmelerin günümüz ekonomik ve politik sistemi ile benzerlikler taşıması çok acı bir gerçekliktir aslında. Aralarındaki fark, paslı prangaları olan kölelik yerini boyun askı ipi olan köleliğe, soylulara ait olan siyaset yapma etkinliği de yerini parasal güce sahip olanların yaptığı bir etkinliğe bırakmış durumda.
Kapitalist dünya ekonomik sistemi hiyerarşik bir dağılım eşitsizliği üzerinde yükselmeye devam ederken, belirli bir kesimi daha da zengin ediyor, emekçi halkı ise asgarî düzeyin dahi altında yaşam mücadelesi vermeye zorluyor.
Tüm üretimin kamusal mülkiyette olduğu, yatırımların da merkezî planlama uyarınca devlet tarafından yapıldığı ve işsizliğin olmadığı bir ekonomik sistem düşünün. Getirileri nelerdir? Açlık, yoksulluk, yolsuzluk ve gelir adaletsizliği kavramlarının yok olması, tarım, hayvancılık, madencilik, sanayi gibi tüm ekonomi alanlarında kullanılan üretim araçlarının devlet mülkiyetinde olması, kolektif tarımın hayata geçmesi ve çiftçilerin kendi işledikleri topraklarda, yine kendisi için çalışması ve endüstriyel üretim gibi bir çok alanda kalkınma ortaya çıkar. Kısacası halk tarafından, halk için, halktan yana bir ekonomi. Sınıfsız toplum, doğal kaynaklara bağlılık, makroekonomik istikrar, düşük işsizlik, yüksek iş güvenliği ile de karakterize edilen bir ekonomi modeli. Bireylerin tek başlarına değil, birbirleri ile kolektif şekilde, omuz omuza, dayanışma ve işbirliği ile, emeğin gücüne emeğin kutsallığını da ekleyerek çalıştıkları bir ekonomik kalkınma. Mevcut kapitalist dünya ekonomik düzeninde sermaye sınıflarının özel mülkiyetine ve bunların kâr amacına dayalı bir sistemde ne emeğin kutsallığından, ne adaletli gelir dağılımından, ne de sınıfsız bir toplumdan asla bahsedilemez. Aksine mevcut sistemin asla istemediği, hatta uğruna savaşlar çıkarmayı bile göze aldığı değerlerdir bunlar. 1929 yılında başlayan ve İkinci Dünya Savaşı’nın başlamasının asıl nedenlerinden biri olan Büyük Buhran mesela. Büyük Buhran sonucunda, kapitalizmin başkenti ABD’de borsa çökmüş, dünya genelinde 50 milyon insan işsiz ve evsiz kalmış, yeryüzündeki toplam üretim %42 oranında ve dünya ticareti de %65 oranında azalmıştır. Büyük Buhran’ı da anlayabilmek için öncelikle Birinci Dünya Savaşı’na bakmak ve ardından da dünyada oluşan ekonomik ve sosyal koşulları göz önünde bulundurmak gerekir. Birinci Dünya Savaşı’nda dünya ekonomisine etkilerinden dolayı baş kahramanımız bilin bakalım hangi ülke? Evet, kapitalizmin başkenti ABD ve ek olarak da Birleşik Krallık ve Almanya.
Birinci Dünya Savaşı sonrasında ABD’deki irili ufaklı birçok şirket birleşmek zorunda kalmış ve savaş sonrasında tekeller oluşturmuşlardır. 1929 yılına gelindiğinde ABD ekonomisinin %50’si üzerinde söz sahibi olan holding sayısı 200’e ulaşmış ve bu da tek bir holdingin bile iflasının ekonomiyi sarsmaya yeteceğini tüm dünyaya göstermişti. Bankaların sermaye esaslarını, rezerv ve kredi oranlarını belirleyen ve şirketlerin mali tablolarının güvenilirliğini sağlayan yasaların olmaması ve 1920’lerde hüküm süren “liberal ekonomi” anlayışı Büyük Buhran’ın ana sebepleridir aslında. Buhranın etkilediği insanlar açlığa ve yoksulluğa sürüklenmiş, sebze ve meyve yetiştirip satarak yaşamaya çalışmışlardı. Piyasadaki para bir anda yok olduğu için insanlar ihtiyaçlarını karşılamada takas yoluna gitmek zorunda kalmış ve bir nevi değiş-tokuş ekonomisine geri dönmüşler, maddi varlıklarıyla beraber sosyal konumlarını ve ruh sağlıklarını da kaybetmişlerdi. Bunalımın etkileri İkinci Dünya Savaşı’na kadar yaklaşık on yıllık bir süreçte devam etmiştir.
İşte manzara 1930’lu yıllarda ve öncesinde tam olarak böyleydi. Kapitalist ekonominin tüm dünyayı sürüklediği uçuruma, özetin kısa bir özeti olarak yansımalarıdır bunlar.
Bir ülkenin toplumsal özgürlük, toplumsal adalet, toplumsal eşitlik yerine bireyi temel alan, bireylerin özgürlüğü ve bireysel haklar üzerine kurulu bir sistemi benimseyip uygulaması gerek siyasette, gerekse diğer tüm alanlarda ilerlemenin ve aydınlanmanın önündeki en temel engeldir. Tarih bir roman veya masal değil, ders alınması gereken ve ders alınmadığı takdirde tekerrür etme ihtimali en yüksek olan gerçekliktir. Liberal düşünce ve kapitalizm birebir aynı şeyler olmasa da birbiri ile yakın ilişkili hatta birbirlerinin ön koşullarıdırlar. Özel mülkiyet, serbest piyasa ekonomisi, bireyler üzerine kurulu haklar ve özgürlükler.
Yukarıda bahsettiğim gibi, Antik Yunan’daki paslı prangaları olan kölelik düzeni, sermaye sahiplerinin egemenliğinde çalışan ve paslı prangalar yerine boyun askı ipi olan bir kölelik düzenine evrilmiş durumda. Açlığın, yoksulluğun ve gelir adaletsizliğinin olmadığı bir dünya düzeni hayalden ibaret olmamalı. İnsanların hakça, eşit şekilde, emeğin gücü ve emeğin kutsallığı ile kolektif bir şekilde yaşaması bir ütopya değil aslında. Mevcut kapitalist dünya ekonomik sistemi bu değerleri öylesine değersizleştirdi ki, ağlanacak halimize güler vaziyete geldik, ne kadar acı. Bir fıkra geldi aklıma, bir nevi kara mizah aslında. Tıpkı bugünlerin özeti gibi. ‘Patronuma, “yeni arabanız çok güzel” dedim. “Eğer iyi çalışır, kendine hedefler koyar ve başarılı olursan seneye daha iyisini alabilirim.” dedi.
Karl Marx’ın da özellikle vurguladığı emeğin kutsallığı, kolektif yaşam, toplumsal eşitlik ve özgürlük gibi kavramlar üzerine teorilerinin altının ne kadar dolu olduğu tarihsel süreçlerde yaşanan olumsuzluklara bakıldığında ortaya çıkmaktadır. Bireylerin işbölümüne kölece tabi kılınması ve bununla birlikte zihinsel ve bedensel emeğin karşıtlığı ortadan kalkıp, emek sadece yaşam aracı değil, yaşamın ilk ihtiyacı haline gelerek, bireylerin çok yönlü gelişimiyle birlikte üretici güçleri arttıktan sonra, ancak o zaman kapital ekonominin yasal ufku tamamen aşılabilir.
Toplum, emeğin güneşi etrafında dönmediği sürece dengesini bulamaz. İşte bu, esasen hepimizin hikayesidir.
İyi yazamıyorsan iyi düşünemezsin, iyi düşünemiyorsan senin yerine başkaları düşünür.
