Minibüste Eğitim Olur mu? “Utanç Levhası ve Kaybolan Değerlerimiz”
Toplumsal yaşamın aynası olan o küçük araçta, bir minibüs şoförü nice sosyologlara taş çıkartan bir uyarı levhası asmış. Minibüsçünün astığı levhada şöyle yazıyor:
- “Akrabalarınızla olan sorunlarınızı,
- Aile içi kavgalarınızı,
- Telefon görüşmelerinizi,
- Eşinizle veya sevgilinizle sıkıntılarınızı,
- İş yerindeki sorunlarınızı,
- Siyasi yorumlarınızı veee
- Bol süslü yalanlarınızı araç dışında konuşursanız, çok memnun oluruz.”
“Kaptan ve diğer yolcular”
Geçenlerde duyarlı bir yolcunun fotoğraflayıp paylaştığı bu utanç levhası, artık sınır tanımayan pervasızlığımızın ve mahremiyetin çürümüşlüğünün en somut kanıtıdır. İşte biz de bu levhadan hareketle “Minibüste Eğitim Olur mu?” başlığı altında bu metni kaleme almaya karar verdik; yitirdiğimiz tüm ahlaki ve duygusal bağların büyük fotoğrafını görme ve neden bu hale geldiğimizi anlama çabasıdır, derdimiz. Bağcıyı dövmek gibi bir derdimiz yok.
Bazen durup termitleri ve karıncaları, arıları seyretmek lazım. Onların yuvasındaki düzen ve ahenk, bize “Dünya herkese yeter!” gerçeğini haykırır. Ama ne yazık ki, bu gerçeği anlamayan, açgözlü insan müsveddeleri yüzünden, dünyamız küçük bir kargaşa alanına dönmüş durumda. Hatayı kendimizde aramakla işe başlamalıyız. Sonrası gelir.
Herkes birilerini suçluyor ancak aynayı kendisine tutan yok. “Kimse yoğurdum ekşi demez!” “Yavuz hırsız ev sahibini bastırır.” Pozisyonunda olmayalım her daim. Önce kendi nefsini hesaba çek, başkasına saygı göster ki saygı göresin, yapmadığın şeyi başkasından isteme, o da yapmaz. Sözünden ziyade halinle örnek ol ki inanılası biri ol.
Bu toplumsal karmaşanın ve utanma duygusu iflasının temelinde, dile getirilemeyen kişisel duygular ve ailevi bağların sessiz çöküşü yatıyor aslında. O yüzden “aile” diyoruz. Aile toplumun temel taşıdır, diyoruz. Her şeyin başladığı noktadır aile. İslami eğitim ve ahlaki değerler yaşamın merkezinde tutularak çocuklar bu doğrultuda yetiştirilir.
Peki nerede nerede yetiştirilir, yetiştirilmeli?
Elbette ki ailede. Adalet ve şefkatle tesis edilen bu yuvada, ibadetler aksatılmaz ve zorluklar sabırla aşılır. Bu şekilde, aile hem dünya hem de ahiret saadetine vesile olan huzurlu bir sığınak haline gelir.
Komşunun çocukları bizde biz komşunun evinde yer içer, uyur, oynardık. Hem de her daim böyleydi. Komşu teyzeyi anne, amcayı baba bilirdik, tam güven vardı. “Her şey zamanında çok güzeldi,”” “Yediğimiz böreğin, içtiğimiz çayın verdiğimiz aldığımız selamın ayrı bir tadı vardı.” “Hele o kendi yaptığımız oyuncaklar yok mu!” diye uyanmak, hayıflanmak, geçmişe özlem duymak, iç çekmek, vah vah, tüh tüh! demek yitirdiğimiz değerlerin en acı muhasebesidir.
Ne dersiniz?
Tam da böyle dediğinizi duyar gibiyim.
Hâlimiz, pür melalimiz bu! Minibüs şoförü aracına “akraba sorunları, eşinizle kavgalarınız, siyasi ve yalanlı konuşmalar yapmayın” diye levha asmak zorunda kalmış. Bu bir uyarı değil, toplumsal bir iflas beyanıdır. Ne ara bu hale geldik? Herkesin, en özelini, en mahrem hallerini pervasızca, bağırarak kamusal alana döktüğü bu dönemde, utanma duygusu kökünden sökülüp atılmış gibi. Gerçi sosyal medyada da her şeyi ortaya dökenler var. Olur olmaz her şeyi.
Herkes yaptığının doğru olduğunu zannediyor; ahlaksızlık ise maalesef zirve yapmış durumda. Oysa derli toplu olmak, sadece düzgün bir elbise giymekle olmaz; haliniz de derli toplu olmalı. Yunus Emre’nin dediği gibi: “Mal sahibi, mülk sahibi / Hani bunun ilk sahibi?” Biliyoruz ki, kal değil, hal önemlidir. Kendinden önce yaşayana, yaşatılan değerlere, ölüp gidenlere bir bak!
Değerler giderek düşüyor. Dürüstlük mü? Ara ki bulasın. Eğitimden, kitaptan, büyüğe hürmet küçüğe şefkat ve merhametten eser kalmamış.
Bu çürümüşlüğün en acı örneklerinden biri, “Düğünde, özel günde, orada burada giymek için elbise sipariş edip kullanan birileri, elbiseyi kullandıktan sonra iade etme cesareti gösterebilmiş. Hem de ne iade! Ortalığı yıkmış, haklı gibi, oraya buraya yazmış, bir de şikayetçi olmuş.
“Vah vahlar, tüh tühler!” az kalır bu manzaraya.
İnsanlar bu kadar düştü mü? Maalesef, değerler gerçekten de çürümüş, hem de nasıl! Tek gündemi eşya olan insan, eşyadan beter. Düşmüş çukura, bir de üzerine sıvıyor. Menfaate dayalı şikayetler, karalamalar ve bitmek bilmeyen tartışmalar, nezaketi ve hakkaniyeti yok etmiş. Evet, yok etmiş. Arayan var mı? Çürüyen değerlerden haberi olan var mı?
“Vardır!” diye umut etmekte fayda var. Yoksa yaşanmaz ki hayat!
İnsanlar sanal âlemde huzur arıyor, ama boşuna. Geleneksel aile yapımızdaki o kadim, samimi, içten ve karşılıksız sevgi ve onu getirdiği huzur, artık sadece tozlu sayfalarda kaldı. Anne babayla, çocuklarla, komşu muhabbeti neredeyse sıfırlandı. Çat kapı misafirlik, tozlu sayfalarda bir anı olarak kaldı.
Artık kimse birbirinin yediğine giydiğine bakmaktan, gerçekten hâl hatır da sormaz oldu. Soran da zaten yalandan, çıkar, para ya da iş için soruyor. Oysa ne güzeldir bir dost meclisinde, bir bardak çay yanında evde ne varsa onu ikram etmek. Kimse dört başı mamur, kuş sütünün de olduğu ve gösterişin zirve yaptığı bir sofra, masa, ortam istemiyor ki. Onu isteyen, olsa olsa bizim egomuz, gösteriş hastalığımız, gururumuz ve kibrimiz. Maksat dostun muhabbetiyse eşya da gıda da araba da ev de yat ve kat da teferruattır. Merhem dostun dilinde ve gönlündedir. Sen oraya bak!
Var mı bakan? Beri gelsin!
Bu durum, bizi konuşmaktan, tartışmaktan bile imtina eder hale getirdi. Çünkü kimseyi ikna edemezsiniz. Ne dinlemeye var ne de saygı duymaya. Nasihatin kıymeti yok, zira herkes her şeyi biliyor… Ama sadece biliyor. Uygulamanın zerresi yok. Mevlâna der ki: “Ya olduğun gibi görün, ya göründüğün gibi ol.” Gerçek değer ve saygı, sözle değil, sadece ve sadece tavırla gösterilir. Geldiğimiz noktada, selamı alacak ne birikim var ne de yüz. Hani şairin dediği gibi: “Selam verdik rüşvet değildir deyu almadılar.”
İşte bu yüzden, yitirdiğimiz değerlerin muhasebesi sadece ahlaki değil, aynı zamanda eğitimsel bir sorundur. Değerlerimizle, saygıyla ve vicdanla ilgili kısmı herkes ihmal ediyor, ediyoruz.
Alamadığımız aypon-ayfon (iPhone) telefona üzüldüğümüz kadar evlatlarımızın göstermediği saygıya, yaşamadığı her türlü değere üzülmedik.
Varsa üzülen bir adım öne çıksın lütfen! Onu örnek alalım, afişler yaptırıp duvara asalım. İşte budur aradığımız, diyelim.
Hastane odasında, babasının sağ tarafını kullanamadığını öğrenen bir evlat gibi; bizler de öfkemizi, kırgınlığımızı, hatta sevgimizi bile vurmadan, kırmadan dile getirmeyi ne yazık ki öğrenemedik. Her gün birileri birilerini kesip biçiyor, birilerine aklınıza gelmeyecek ahlaksızlıklar yaşatıyor.
Hemen enseyi karartmayın ve umutsuz olmayın lütfen!
İyilik mutlak galip gelecektir bir gün. Biz o tarafta olacak mıyız onu tartıp biçelim şimdiden. Müslüman, umutsuz olamaz. Korku ve ümit arasındayız biz. Öyle olmalıyız.
İnsanın zekâsını hayırda kullanmasını sağlayan akıl, nefsine esir düşmüş zekânın kaba kuvvetine yenik düşüyor. Kapı metaforunda olduğu gibi, insanlar sorunla karşılaşınca kırmayı, vurmayı, sökmeyi tercih ediyor; zira farklı düşünme ve muhakeme etme, ahlaki değerlerle yaşama, dini değerleri uygulama becerisi yeterince öğretilmiyor, öğretemiyoruz çünkü yaşamıyoruz artık.
Bu durum, aile içi şiddetten toplumsal çürümeye kadar, her alanda bilen ama uygulayamayan bir neslin yetiştiğini gösteriyor. Ahlaksızlığın zirve yaptığı toplumlarda, bireyin en mahrem sığınağı olan aile bile, hallaç pamuğu gibi ortalarda dolanıyor, artık aile içinde de yalnız ve kırılgan kalan bireylerin sayısı artıyor. Yeniden aile olmaya, aile kalmaya çaba sarf edelim. Evliliğe, çoluğu çocuğu, sevgiyle büyütülen çocukların olduğu aile ortamlarına özendirelim gençleri.
Aileyi de bitirmek için neler yapıyorlar, neler! Herkes biliyor diyerek geçiyoruz. Onun da içini sürekli boşaltıyorlar.
Yitirdiğimiz düzeni yeniden kurmak için, daha önce öğretilen ve geleneksel aile yapımızda yaşatılan o kadim edep ve nezaketi hatırlamalıyız. Çözüm, “Edeb Yâ Hû” düsturunda gizlidir. Bu üç kelime bile şöyle insanın kendisine gelmesine yetiyor aslında.
Ne güzel kelimeler!
“Edeb Yâ Hû”
Gözlerini kapat, tekrar tekrar söyle. Göreceksin ki dünya değişecek, dünyaya ve insanlara bakışın değişecek.
Kamusal alanda sesi yükseltmemek, özel sorunları başkalarına yük etmemek ve kendi nefsine bakma erdemini göstermek kesinlikle önemli.
Misafirlikte “Evde ne varsa” onu ikram etmeyi asaletin bir parçası saymak ve hâl hatır sormayı samimiyete dayalı kılmak şarttır. Ticarette dahi ahde vefa göstermek, büyük-küçük ilişkisinde saygıyı tavırla göstermek, bilginin sadece ‘bilmek’ değil, ‘uygulamak’ olduğunu anlamak zorundayız.
Ey okuyucu, halimiz işte tam da budur. Bu muhasebeyi yapmak zorundayız. “Yoksa geriye ne birikim kalacak ne de selamı alacak yüz.” demiyoruz.
“Elbette kalacak!” diyerek sözümüzün sonunda umudumuzu tazeleyelim ve gönülleri şenlendirelim.
Yaşadığımız bu çürümüşlük ve umutsuzluk çukuruna rağmen, karamsarlığa kapılmamız için hiçbir neden yok. Çünkü iyilik ve onur, toprağın altında bekleyen tohumlar gibidir; sadece doğru zaman ve birkaç damla su bekler.
Unutmayalım ki, insanın özünde -vicdan terazisi dediğimiz şey- daima doğruyu arayan bir akıl ve güzelliğe meyilli bir kalp vardır. Bu karanlık tablo, aslında bir uyanışın habercisi olabilir. Ne zaman ki bu levhalardan utanç duyup kendi gözümüzdeki merteği görmeye başlarsak, o zaman umut yeşerecek ve iyilik mutlaka çoğalacaktır. Aynaya baktıkça, kendimizi eleştirdikçe işler yoluna girecektir.
Yalnız dikkat edin! O merteği başka yerde aramayın. Hoşça bakın zatınıza!

Yazmayı seven biri. Okumak yazmayı; yazmak okumayı geliştirir. Yazdıkça ve okudukça dünyanın daha da iyi olacağına inanan birisi. Ayrıntıların önemli olduğunu fark etmeye gayret eden birisi. Güller diyarının bir kazasında dünyaya gelen yazarımız evli ve iki çocuk babasıdır. Öğretmenlik hayatına devam etmektedir. Eğitime, teknoljiye, kitaba, okumaya, okutmaya ve hayata dair yazılar kaleme alma gayretindedir.