"Enter"a basıp içeriğe geçin

ŞEKOK

O, yaz-sonbahar aylarında haftada bir bazen iki kez köyden kasabaya yolcu götürüp getiren minibüsten inmiş ve köy içine girmeden, rüyalarına sık sık giren Peri Suyu vadisine doğru yürümüştü.

O, 12 yaşında bir çocukken ayrıldığı bu topraklara; çocukları büyüyüp, torunları olduktan yıllar sonra, deneyim ve tanıklıkları çoğalmış yaşlı biri olarak gelmişti.

O, bu topraklarda; altı yedi yaşlarında oğlak-kuzu-buzağı otlatmış, çocuk yaşta kızgın güneş altında; dağda, tarlada çalışmış, anasının dilinde: “lori-klam-cirok-stran” dinlemiş, gülmüş, ağlamış, düşmüş yaralar almış, hastalanmış, acı-sevinç çığlıklarla büyümüştü.

O, yedinci yaşının Eylül ayında, anadili yasaklanarak köydeki ilkokula başlamış, Mart-Nisan gelince de artık Türkçe konuşan-okuyan-yazan biri olmuştu. Ve çok mutlu olmuştu.

O, 12 yaşında iken öğretmen olmak için öğretmen okulunun parasız-yatılı sınavını kazanmış ve çok uzaklara gitmişti…

O, yaşamın: çıkış-iniş ya da yengi-yenilgi dolu bir süreç olduğunu bilir, okumayı çok sever, hurafeye değil bilime inanır, araştırmaya, deneye önem verirdi. Ve tüm olgu ile algıları; akıl, mantık, bilim süzgecinden geçirerek yol almaya çalışırdı.

O, yürümeyi, yürürken düşünmeyi, kendisiyle konuşup didişmeyi çok severdi. Şimdi de sırtını yaslamak, çevreyi gözlemek, kendisiyle konuşup tartışmak ve dinlenmek için bir yer arıyordu. Ve çok aramadan isteğine uygun bir yeri bulmuştu.

Burası; Peri Suyu Baraj gölüne altmış derecelik bir açıyla bakan bir tepedeydi. Kürtçe “Dâd” derlerdi buraya. Burada da gökyüzünü dallarıyla kucaklayan, yaşlı fakat oldukça dinç ve kocaman bir meşe ağacı vardı. Hemen onun dikey-yatay çatlaklı gövdesine sırtını yasladı ve ayaklarını da onun serin duldasına uzattı. Derin bir nefesle ciğerini şişirdi ve aldığı havayı yavaş yavaş boşalttı. Ve sonra da içten bir ‘ooohhh’ çekti.

Oturduğu yerin tam karşısında, kale duvarları gibi yükselerek vadiyi belirleyen: dağ-tepe-düzlüklerde; Bingöl-Sancak ile Elâzığ-Karakoçan-Çan köylerinin yerleşke-mera-arazileri…

Oturduğu yerin sol tarafında: Bingöl-Kığı köyleri, sağ tarafında ise: Bingöl-Yayladere köyleri vardı.

Ve şimdi çok tenha görünen bu topraklarda bir zamanlar; okullar cıvıl cıvıl, tarlalar ekili, meralar hayvanlar … kısacası her yer yaşamın sesleriyle dopdoluydu.

Yaz mevsiminin sonu yaklaşıyordu, hafif hafif esen yel, koca meşenin yapraklarıyla oynaşırken, sararmaya başlamış çelimsiz kalmış olanları dalından hışırtıyla koparıp uçuruyor, güçlü olanları okşarcasına sarsıyordu. Oturduğu yerin 4-5 metre ötesindeki ‘Şekok’ ağacı da meşe ağacına ve onun garip misafirine bakıyordu.

O, yelin hışırtılı ezgilerini dinlerken iç sesi de dile gelmiş ve dudaklarında istemsiz kıpırtılar, akortsuz mırıltılar sıralanmıştı. Ve O, kabuğuna çekilmiş bir kaplumbağa misali, iç sesiyle yaşamı zor eden tüm aykırılıklara sövüp, söylenip dinleniyordu…

Her ne kadar şair: “Geçmiş geçmişte kaldı cancağızım” dese de pek de öyle olmuyordu. Geçmiş hiç yerinde durmuyor, geleceği sürekli tehdit ediyordu. Bu yüzden de sanki karşısına vadiyi boylu boyunca kaplamış kocaman bir perde asılmıştı. Bu perdede geçmişin tüm; acı-tasa-öfke-pişmanlıkları ile bir de henüz gün görmemiş-yaşanmamış geleceğe dair; kaygı-düş-korku-bilinmezlikler sıralanıyordu.

Ve akıyordu perdede susturulmuş coğrafyanın; günleri, ayları, mevsimleri, yılları, gerçekleri ve düşleri…

Zaten bu yükler yüzünden; pek çok uykusuz gecesi, çokça karmaşa ve duygusal boşluğu olmuş ve bunlar onu yorgun bırakmıştı.

Şimdi O, geçmişin yaşlı tanığına sırtımı dayamış, yarı uykulu yarı uyanık gözleriyle çevreyi izliyor-düşünüyor ve içinde saklı kalmış çocukluğunu arıyordu.

O zamanlar, Peri Suyu; birçok dere ve çaydan aldığı güçle üç mevsim coşku ile deli-dolu akardı. Yaz olunca debisi biraz düşer, o da dinlenir, sakinleşirdi. Fakat şimdi Peri Suyu; derin, karanlık, durağan bir göl olmuştu. Neşe ile yüzüp kaçışan atik balıkları yok olmuş, onların yerini tembel tombul sazanlar almıştı. Ve artık Peri Suyunun ne kelekleri ne de yolcuları kalmıştı.

O, çocukluk yaşantılarını pek anımsamasa da bir Peri Suyu anısını hiç unutmamıştı:

Altı yaşında kar-fırtınanın olduğu bir kış günü çok hastalanmıştı. Ateşi düşürmek için buzlu- sirkeli sular çare olmamış, sabaha kadar ateşler içinde kıvranıp sayıklamıştı.

Babası yine gurbetteydi…

Annesi alacakaranlık sabah ayazında komşu Hüseyin’i çağırmış, çocuğu sırtında Karakoçan-Çan nahiyesine götürmesini istemişti.

Orada, “penisilin iğne” yapılacak ve yavrusu iyileşecek…

Peri Suyu’nu kelekle geçtiklerinde, uğultular koparan rüzgâr eşliğinde yoğun kar yağışı…

O, yanakları alev alev olarak Hüseyin amcanın sırtında inliyor…

Annesi, sürekli ağlıyor ve dua ediyor…

Hüseyin amca da “abla ağlama” diyordu.

Nihayet dik patika yolu aşıp Çan’da bir tanışın evine varmışlardı…

Çağrılan ‘sıhhıyeci’ çığlığa aldırmadan iğneyi yapmıştı.

Üç-dört saat sonra ateşi düşmüş bir tas dolusu tutmaç çorbasını içmiş…

Ve aynı yolu izleyerek karanlık çökmeden köylerine dönmüşlerdi.

Hani nerede vadinin çok sesliliği, çok renkliliği, neşe kaynağı; kuzu, oğlak, tay, sıpaların birlikte ve ana-babalarıyla konuşup oynaşması.., Ya kınalı kekliklerin aile boyu konserleri, çevreyi koruyan kartal ve şahinler…

Neredeler şimdi?

Niçin sustu: ‘denbej û billûr’.

Ya, ‘beri’ yolunda ‘govend’ tutup ‘klâm’ söyleyen berivanlar?

Ne oldu arı ve kara kovanlara?

Sahipsiz kalan yaylalar, çayırlar, buğday, arpa, nohut ekilmeyen tarlalar…

İşte gördüğünüz bu coğrafya; insanıyla, hayvanıyla, toprağıyla susturulmuş, sindirilmiş!

Her hareket edişte sağ bacağına bir şey batıyordu, eğilip aradı, buldu o ısırık atanı. Bu, kapsül içinde bir meşe palamudu idi…

Palamudu avucuna aldı sevip okşadı ve önce Meşeye sonra Şekok’a baktı, selamlaştı ikisiyle.

Ve Kemal Burkay’ın “Ağıt” şiirinden üç dizeyi okudu onlara:
“Bir palamut düşer toprağa
Su yürür
İnatçıdır meşe ağacı, büyür …”

Artık, yorgunluğu azalmış dinginleşmişti ve şimdi daha kolaydı olguları anımsaması, kendisiyle didişip, söyleşmesi.

Ve düşündü ki:

Her tohum, bir parça toprak birazcık su bulunca, depreşip çatlatır kabuğunu ve ışık arar dal verip yeşermek için. Bahar işte böyle başlatır bir ömrü. Bahar gelince taşın, kayanın altında tutsak kalmış bir kök yaşamak için bir yol arar-bulur kendine. O ömür ki; anı, günü, haftayı, ayı, yılı, on yılları acı-sevinç-yem ile beslenerek, yenerek yenilerek, döl vererek, düşe-kalka yol alır…

Yaşam mücadele demektir. Güçsüz-çaresiz bırakılıp susturulan insana da doğaya suskunluk yakışmaz. Doğanın kuralı gereği elbet bir gün; toprağa su yürür, tohuma gün doğar, kök salar-filizlenir ve dik-özgür olarak yol alır.

Daha devam edecekti, etmedi.

Bir kez daha Şekok ağacına sevgiyle baktı.

Şekok, bu coğrafyada bakım istemeden ürün veren, sevilen bir armut ağacı cinsidir.

Sevilmeyen bazı Şekoklar aşılanır: “Hermi Rezi” olurlar. ‘Rezi’ armutlar daha iridir.

Bu yüzden O, kendisini ve onun gibi olan milyonlarca Kürdü aşılanmış Şekok’a benzetirdi.

Çünkü: Kürtçe, kendine özgü alfabesi, grameri, kuralları, kültürü, tarihi olan anadildir. Fakat inkarcılar; bu gerçekleri yok saymış, milyonlarca insanın anasıyla, anadiliyle konuşmasını, o dilde okuyup yazmasını yasaklamıştır!

Ve diyorlar ki; Onların anadili, kimliği, kültürü, coğrafyası ve tarihi yoktur! Onlar, Türk’tür!

Amaç: Kürtçe dilini ve kültürünü yok etmek…

Türk aşısı vurulmuş milyonlarca Kürt anadilini belki konuşabiliyor, fakat bu dille okuyup yazmayı biliyor.

Peki, sizce bu tuhaflık bir insanlık ayıbı değil midir?

Fakat biliyor musunuz, bu dil ve kültür durmaksızın yeşerip gelişiyor, çünkü onun tarihsel birikimini ve köklerini kurutamıyorlar.

Bu yüzden yasaklarla; Kürtçe düşünenlere, rüya görüp, hayal kuranlara engel olamıyorlar! Ve çok üzülüyorlar…

Bir halkın dilini kültürünü geçmişini, kimliklerini yok etmek düşmanlıktır/zalimliktir.

Peki, bu düşmanlık niye?

Oysa diller, kültürler zenginliktir ve kimseye zarar vermezler!

Dillerin yardımıyla toplumsal zorluklar aşılır, uzlaşı, birliktelik ve barış sağlanır.

Belki de O; bu satırları, aşılanmış bir dille değil de kendi anadiliyle yazmış olsaydı daha çok beğeni alırdı.

O’na, arkadaşları sık sık: “Kürtlerin hangi hakları yok ki? diye sorarlarmış.

El insaf!..

Anadilleri yasaklanmış onların!

Daha ne olsun ki?

Oturduğu yerden silkelenerek kalktı ve yüksek sesle bir bilgenin iki dizesini söyledi:

“Bazen anmak gerekir, anılmak için.
Bazen de susmak gerekir, duymak için…”
Şems-i Tebrizi

Ve, evleri karşı tepeye sıralanmış susturulmuş köyüne doğru yürümeye başladı.

Not: Bu yazı 09.01.2025 günü ‘PAZARTESİ 14’de yayımlanmıştır.

Emin Toprak – DOSTÇA