Ben her zaman başkasının kurduğu hayaldim, başkasının yaşadığı duyguydum, başkasının düşündüğü hedeflerdim, başkasının başkasına fedakârlığıydım. Ben doğduğumda bile annemin babamla evlenmeden önce öldüğü dayısının benzeriydim. Babamın, babasından dayak yemekten çokça kurtardığı, bayramda ilk ziyarete gittiği amcasının simasıydım. Çocukken izlediğim sadece sabahları çıkan ve sadece sabahları zevk veren çizgi filmlerdeki zeki ama duygusunu bastıramadığından çokça azarlanan o afacandım. Yemek masasında en çok konuşan ama ilk kalkan o heyecanlı çocuktum ben.
Büyüdükçe daha çok arttı “Kim” olduklarım. Mesela artık başkalarını kendimde hissetmiyordum. Kendi bedenimde başkalarının duygularını taşıyordum. Dizilerde başladım kimlik aramaya kendini artık sokağa oyun oynamak için atan her çocuk gibi. Okuldaki büyük sıramın kara demirlerinde sallandırırken ufacık bacaklarımı bazen ailesinin evden kovduğu fakat sıfırdan zengin olan o genç adamın hırsı oluyordum bazen sıradan -henüz bile tanımlayamadığım- hayatta hiçbir amacı olmayan bir memurun huzuruna bürünüyordum bazen zekasıyla herkesi hayran bırakan ama sevdiği olmadığı için kendini içmeye veren bir profesörün duygularıyla aynı oluyordu duygularım… Ama sonuçta benim kim olduğuma ben değil, benim kim olduğuma günde sadece bir iki saat izleyebildiğim kocaman tüplü televizyonun kumandası belirliyordu.
Daha da büyüdükçe kitaplara sığındım ama bu sefer kahramanı veya kahramanların duygularını taşımıyordum. Bu kez, kitaplardan öğrendiğim betimleme tekniğiyle kişiselleştirdiğim o zavallı canlı veya cansız siluetlerin bendeki halleri oluyordum. Kulaklığından yüksek sesle müzik dinleyince kendini cesur zanneden genci yaşıyordum ona bakarken, otobüs durağına erkenden sigara içmek için gittiği halde akrabasıyla karşılaşmış sinirli genç oluyordum ya da otobüs durağında telefonundan başını kaldırınca baktığı otobüsün içerisinde tesadüfen ona bakan kıza bir anda aşık olan o ergendim belki de. Bazen her seferinde yeri değişen keratayı sahiplenip özenle merdivenlerin kenarına koyan küçük kardeştim. Bazen o grimsi demir kerata. Bazen soğuktan gözleri sulanmış halde eve dönerken kendi mahallesine girdiğinde karşından gelen herkesi kendi tanıdığı sanıp görmeden selam veren adamın utangaç sesiydim. Bazen biriktirdiği parayla uzun zamandır almak istediği kitabı almaya gittiğinde gözüne çarpan başka kitabı alınca diğer kitabın ona küstüğünü düşünen bir hayalperest. Bazen saatlerce dizi bakınca kendisini baş roldeki adam yerine koyup saatlerce internette onun hakkında araştırma yapan, sonra filmdekiyle normal yaşantısı arasında hiçbir ilgi alaka kuramayınca unutmak için başka diziler bakan asosyaldim. İlk okul aşkının söylediği “Caddelerde Rüzgâr” şarkısını başka bir yerde duyunca şarkıyı söyleyen Nilüfer’i değil kafasında dolaşan ilk okul aşkının sesini dinleyen o zavallı aşıktım bazen. O kadar kendim değildim ki bazen, o kadar başkalarının yaşadıklarını yaşamaya çalışıyordum ki bazen, kendimin kim olduğunu düşünemiyordum bunun için hiç sevmeye vaktim olmadı kendimi. Neşet Ertaş’ın türküsünde “Neredesin Sen?” sorusunu sorduğum sevdiğim değildi benim, kendimi soruyordum kendime.
Tabi faydasını görmedim sayılmaz, bu durum kendisinin yerine başkasını koyabilen herkeste olan empati duygusunu kazandırdı bana. Gerçi empati kurduğumuz her insan maalesef buna alışık olmadığı için hala üstümüze çıksa da mutluluk katabiliyor bazen… Ama sadece bazen.
Her şey bir kenara da bu kez kim olduğumu, sabahları kimin duygularıyla uyandığımı, kime benzediğimi de bilmiyorum. Bu durumda sanırım ben ilk kez “Kendim” oluyorum.
Bazan hayalperest, bazan müşkülpesent, bazan evcil. Ama genellikle hayalleri olan sıradan bir genç. (17 Yaşımdayım)