200 yıl boyunca yenilmiş bir millet en sonunda işgalci komşu devleti mağlup edip sınırlarını oluşturmuş ve yeni bir devlete kavuşmuştu. Yenilgileri belleklerden silmek isteyen Kemalist kadro, törenlerle zafer şölenlerini süsleyen, bir kültür inşasına girişmişti. İşte bu inşanın halkalarından birisi de 1940’lara doğru alaturka olan her şeye önemli kısıtlamalar getirilmesidir. Tabii ki bu kısıtlamalardan musiki de nasibini almıştır. Ancak yasakların çekiciliği ilkesi burada da işlemeye başlamıştı. Alaturka yoksa ikamesi de mi yoktu? Tabii ki vardı. Ülkemiz sınırlarından da dinlenebilen Kahire Radyosu, Türk Musikisine benzer icralar sunmaktaydı. Bir taraftan devlet kültür inşasının gereği, opera ve klasik batı müziğini kurumsallaştırıyordu, diğer taraftan da halkın bir kısmı Kahire Radyosunu keşfetmiş, alaturka özlemini dindiren Arapça ezgiler dinliyordu. Bu tam bir karmaşaydı ancak buna benzer karmaşa sadece bizde yaşandı, dersek haksızlık etmiş oluruz. Sabahtan akşama kadar ”Sovyet Marşları” dinleyip, akşam eve gidince ”Amerika’nın Sesi” Radyosunda ”Jazz” dinleyen Rus’un kafası, şüphe götürmez ki bizimkinden daha fazla karışıktır. Neyse lafı uzatmadan konumuza dönelim, bizdeki karmaşa melez bir çocuk vermişti; Türk ve Arap ezgilerinden esinlenen bu çocuğun adı arabesk’tir. Bu melez çocuğun genlerine batı ve doğu enstrümanları da işlemişti. Aradan yarım asır geçtikten sonra, 1986 yılında, devlet kendi televizyon kanalından, bu durumu sorguluyordu. Tabii ki yine biraz tepeden bakarak. Ergun Balcı mikrofonu Bergen’e uzatıyor ve diyordu ki: ”Şarkılarınızı sunarken orkestranıza dikkat ettik bağlamanın yanında kanun, kanunun yanında gitar, gitarın yanında keman ve ud vardı buna ne dersiniz?”. Bergen ise çok akıllıca bir cevap vermişti. Arabesk’in doğasında karma sazın olduğunu; Türk Halk Müziğinden ve Türk Sanat Müziğinden farklarının bu olduğunu söylemişti. Eğer Bergen hızını alamayıp, ”bu melezlemeye devlet olarak siz neden oldunuz” deseydi, belki program yayınlanmazdı, ancak benim burada belirttiğim olguyu önemli ölçüde açıklamış olurdu.
1950’lerin ortalarına gelince kentlerde özel sektör yatırımlı atölye ve fabrikalar artmaya başlamıştı. Eskiden olduğu gibi İstanbul bu konuda yine cazibe merkeziydi. Kırsal kesimden umutlarını tahta bavullarına doldurmuş insan yığınları, kentlerin yolunu tutmuşlardı. Onları kentte bekleyen en önemli sorun ise lokasyondu. Onların iş gücünü isteyen işletmeler, yani muhterem çok büyük iş adamları, bu insanların nerede yaşayacakları konusunda tamamen ilgisizdi. Kent estetiğini gözeten işçi konutları yapmak ve de işçiler çalıştıkları sürece bu konutları onlara tahsis etmek aslında devletin göreviydi. İş adamlarının zaten belli başlı klişeleri vardı. Onlar istihdam yaratıyorlardı, vergi veriyorlardı. Servet düşmanlığının, komünistliğin alemi yoktu hür teşebbüs, demokrasi filan derken sorunun Türk usulü çözülmesi kabul edildi. Tabii bilmiyorum söylememe gerek var mı? Türk usulü çözümün temel özelliği maalesef sorunu başka bir sorunla çözmektir. Birkaç örnek verilirse; başlık parasının alternatifi olarak kız kaçırma, adalet sisteminin alternatifi olarak kan davası, diş ağrısına rakı ve bu soruna gelince, konutsuzluğun çözümü olarak da gecekondu. Kısacası siyaset kurumu şunu diyordu; beni uğraştırma, gel kenti yağmala, çevir bir yer orada yaşa, oyunu ver, elektriğin suyun gelsin ve demokrasimiz gelişsin. Kent olanaklarının dışına itilmiş, yerine göre yirmi kişinin birlikte kaldığı amele evlerinde ya da ailelerin yaşadığı gecekondularda Kahire Radyosundan devşirme Arabesk dışında hangi müzik türü hakim olabilirdi ki?
1970’lerle birlikte Arabesk üç efsane ”Baba”sına (Müslüm, Orhan, Ferdi) kavuşmuştu. Ülkedeki politize oluşun biraz daha dışında kalarak, insanların içsel acısını anlatan bu müziğe, milyonlar sahip çıkmıştı. Türk Sanat Müziği sanatçılarından; Zeki MÜREN ve Bülent ERSOY’un da arabesk eserler de icra ettiğini yine bu dönemde görmekteyiz. 1980’lerde kente amele olarak gelenlerden bazıları müteahhitliğe, işportacıların bir kısmı patronluğa terfi etmiş, özetle kente kıyıdan girenlerin bir kısmı tutunabilmeyi ve de sınıf atlamayı başarmıştı. Burada bu sınıf atlayanlara şu klişe de yakıştırılmıştı; onaylamamakla birlikte anlatım kolaylığı bakımından burada kullanalım, ”kroyum ama para bende”. Bu kitle Arabesk’in bir türevi olan ”fantezi” tarzı için de yeterli koşulları sağlamıştı. ”Piyanist Şantör” denilen icracılar bazı gece kulüplerinde boy göstermişler eskiden acıları içlerin de yaşayan bu kesimlere ”keyfe keder acı kokteylleri” sunmuşlardı. Yine 1980’lerde kendisini yenilmiş, ezilmiş hisseden ”Türkiye Solu”nun bazı unsurları ”özgün müzik” adı takılan bir müzik türüyle kendilerini ifade etme yoluna gitmiştir. Melankoli ve nostalji barındıran ”özgün müzik” eserlerinin bir kısmı arabesk özeliklerini doğrudan taşımaktadır. Yusuf HAYALOĞLU’nun da etkisiyle bu müzik alanının en önemli siması olan Ahmet KAYA’nın sahip olduğu tarzın, Arabesk’i içinde kısmen barındırdığını söylemek yanlış olmaz. 1990’lara gelindiğinde Azer BÜLBÜL gibi Müslüm GÜRSES türevlerinin çıkış yaptığını söyleyebiliriz, bu dönemin belirleyici özelliği ise Arabesk’in belli ölçüde Pop Müziğinin içine gizlenmesidir, gerek bazı şarkı sözleri gerekse Pop Müziğindeki bazı ezgiler Arabesk’i açıkça andırıyordu. Hatta bazı Pop şarkılarının, arabesk versiyonları da zaman içinde yapıldı. Yine 1990’lı yıllarda Ankara plakçılarının ve eğlence sektörünün, İstanbul hakimiyetine karşı (un kapanı), biraz diş gösterdiğini görmekteyiz. Gerçi bu ufak sürtüşme İnternet’in yaygınlaşmasıyla birlikte büyümeden bitmiştir. Fakat bu dönem Ulus (Ankara) pavyonlarına sıkışmış ”Orta Anadolu”nun yorumcu ve sanatçıları için bir fırsata dönüşmüş; bağlamanın ana unsur olduğu bir Arabesk akımının doğmasına yol açmıştır. Ankaralı Namık, Ankaralı Turgut, Ankaralı Coşkun ve Hüseyin KAĞIT bu bağlamda söylenebilecek isimlerdendir.
Kahire Radyosu örneği dahi yasak ve kısıtlamalarla sosyal hayat inşa edilmesinin, kültür inşa edilmesinin olanaksız olduğunu gözler önüne seriyor. Bir şeyleri geniş kitlelerin onayı olmadan değiştirmeye çalışmak, istenilen sonucu vermemektedir. Yeniyi yapmak için yola çıkan, eskiyi yıkmak zorundadır. Ancak eskiyi koruyup restore etmek de seçenekler arasında olmalıdır. Kısacası şu açık ki yeniyi yapmak için yola çıkan ”siyasi irade”, eskiyi yıktıktan sonra kendi tasarladığı yeniyi yapamazsa, eskiyi arar hale gelecektir. Çünkü ortaya çıkan ürün, istediği ürün olmayacaktır.