Anayasamızın değiştirilemez şartı konmuş maddelerinden olan 2. maddesi “Türkiye Cumhuriyeti,… …bir hukuk Devletidir.” şeklindedir. Hukuk devleti demek kabaca hukukun, idareden daha üstün olduğu anlamına gelmektedir. Ancak gerçek bir hukuk devleti olabilmek için bu ifadeyi daha geniş anlayarak hukukun yalnız idarenin değil her şeyin üzerinde olduğu bir sistem olarak algılamak gerekmektedir. Zira hukuk, varlık amacı olarak bir ülkedeki düzenin en temel taşıdır ve vatandaşın koruyucusudur.
İnsanlara devlet kavramının varlık nedeni sorulduğunda genellikle “Düzeni sağlamak için” yanıtı alınır. “Düzeni sağlamak” tabiri ise içerisinde “anlaşmazlıkları sonuca erdirmek” gerekliliğini de barındırdığı için pek tabi ki işin bu kısmı ile hukuk sistemi ilgilenecektir. Nitekim zaman zaman devletin bizzat kendisinin anlaşmazlıklarda taraf olabildiği görülmektedir. Dolayısıyla hukuk sisteminin muhakkak ki devlet örgütlenmesinden daha üstün bir konumda bulunması hukuk devleti olabilmenin vazgeçilemez bir şartıdır. Buradan sonuçla idarenin hukuktan daha güçlü olduğu bir yapının hukuk devleti olarak adlandırılmasına imkân yoktur.
Devlet, düzeni sağlamak amacıyla ve bireyler tarafından kurulmuş bir yapı olarak elbette birtakım işler yapmalı ve bunun için birtakım haklara da sahip olmalıdır. Bunların arasında yasa yapmak, vergi toplamak, konulan kanunları uygulamak ve anlaşmazlıkları karara bağlamak gibi işler sayılabilir. Bu hakların kullanımı noktasında karşımıza güçler ayrılığı ilkesi çıkar ve devletlerin iyi idare edilebilmeleri için bu ilkenin düzgün uygulanması hayati derecede önem arz etmektedir. Güçler ayrılığı demek devletin işlerini temelde yasama, yürütme ve yargı olarak üçe bölmek ve bu işleri kesin çizgilerle birbirinden ayırmak anlamına gelir. İdare ya da bir başka deyişle hükümet bu ayrılıkta yürütme görevini yerine getirir. Meclisler yasama görevini yerine getirir. Yargı görevi ise bağımsız mahkemeler tarafından sağlanır.
Demokrasilerde yasama görevini yerine getiren meclisler halk tarafından seçimlerle belirlenir. Meclisin oluşumunu belirleyenin halk olması, halkın kendini yönetmesi anlamına gelen demokrasi ilkesinin vazgeçilemez şartıdır ve eğer bir ülkede meclis halk tarafından seçilemiyorsa orada demokrasinin varlığından söz edilemez.
Halk dediğimiz bireylerden oluşan büyük topluluk ise günümüzdeki büyüklükleri dikkate alındığında kaçınılmaz olarak kendi içinde çeşitli gruplara ayrılmaktadır. Bu gruplar siyasi veya siyası olmayan nedenlerle oluşmuş olabilirler. Sivil toplum örgütleri, siyasi partiler gibi yapılar bu gruplara örnek olarak gösterilebilir. Daha geniş anlamda “baskı grubu” adını verebileceğimiz tüm bu yapılar, hem yasama işini yapan mecliste güçlü bir konumda olmayı; hem yürütmede etkin olmayı hem de bağımsız olması gereken yargıda söz sahibi olmayı hedefler ve bu konuda sıkı bir lobi faaliyeti yaparlar. Bunlardan yasama ve yürütmede yapılan lobi faaliyetleri, yasal çerçeveyi aşmadığı sürece normal karşılanır ancak üçüncü güç olan bağımsız yargıya müdahale etmeye çalışma, adil yargıyı etkilemeye teşebbüs suçunu doğurur. Bu durumun ana sebebi ve gerekliliği de başta söylediğimiz hukukun üstünlüğü ilkesinden kaynaklanmaktadır. Hukuka yapılacak müdahaleler sistemi bozmaya yönelik çok ciddi tehditlerdir ve önemli cezalar gerektirmektedir.
Bu temel bilgiler çerçevesinde ülkemizdeki yapıyı değerlendirmeye çalışırsak, hukuk devleti ve güçler ayrılığı ilkelerinden ne kadar uzak olduğumuz kolaylıkla anlaşılabilir. Yakın tarihimizden bir örnekle anlatmaya çalışacak olursak; kalkıştığı darbe girişimi sonrasında birçok masum insanın şehit olmasına sebebiyet veren Fethullahçı Terör Örgütü -yıllardır cemaat adıyla bir baskı grubu olarak- birbirinden ayrı olması gereken üç temel güç üzerinde de çeşitli şekillerde etkili olmaya gayret göstermiştir. Yasamaya etkisi yapının dini kökenli olmasından kaynaklı olarak direkt bir siyasi parti kurarak değil, ancak çeşitli siyasi partilerin farklı kademelerinde ‘kendi örgütlerinden olan kişilerin’ yer almasını sağlamaya çalışarak gerçekleşmiştir. Yürütmeye etkisi ise hükümet olan grupta ve uygulayıcılar olan bürokratlar içerisinde kalabalık bir şekilde yer edinmeye çalışarak olmuştur. Başlarda bu ikisinde de etkin olma gayreti normal karşılanmıştır. Ancak yasal çerçevenin dışına çıkıldığı fark edildiği ve bir takım atamalar ile bazı sınavlarda hileler yapıldığı anlaşıldığında müdahale kaçınılmaz olmuştur. Akabinde olması gerektiği gibi konu yargı sistemine taşınmıştır. Demokratik devletlerde anlaşmazlığın çözüm yeri yargıdır ve yargının bağımsız olması gerekliliği bu örnekte kendisini net bir şekilde göstermektedir. Ancak ülkemizde yargı da problemlidir ve bahis olunan örgüt önceki yıllarda gizliden veya bazen açıkça yargı sistemi içinde kendi lehine önemli bir güç elde etmiştir.
Bu şekilde yargı gücünü eline almaya kalkışan hangi grup, hangi yapı olursa olsun anayasaya göre cezalandırılmalıdır. Bunu yapmaya kalkışan bir sivil toplum örgütü, bir cemaat ya da bir siyasi parti de olabilir. Hangi tip baskı grubu olursa olsun, hepsi aynı oranda suçlu sayılmalıdır. Bunu sağlayacak organ ise hukuk sistemidir. Zira demokrasilerde halkın yegâne güvenebileceği sığınak hukuktur.
Bu tip yapılarla mücadele etmek isteniyor ve bir daha buna benzer sorunlarla karşılaşmak istenmiyorsa; öncelikle güçlü olması gerekenin yürütme değil, yargı olması gerekliliği kavranmalıdır. Yargı tam bağımsız olmalıdır. Bu husus hayati derecede önemlidir. Hukuk her şeyin üzerinde olmalıdır. Yasamanın ilk ve en önemli görevi hukukun üstünlüğünü tam manasıyla sağlayacak bir anayasa yapmak olmalıdır. Bugün yaşananlardan da anlaşılacağı üzere ülkemizde eksikliği en çok hissedilen şeylerin başında güçler ayrılığı ilkesini uygulayabilen yeni bir anayasa yapılması zorunluluğu gelmektedir. Yasamanın bir an önce bu işe el atması gerekir. Bununla beraber yakın tarihte yaşananlardan sorumlu olanlar da yargı sistemine teslim edilmeli ve kayıpların bedelleri ödettirilmelidir.
Ülkemizde son dönemde yaşanan gelişmeler, artan şiddet olayları, paralel yapıyla mücadele ve başkanlık sistemi gerekliliği gibi konular beklenen ve gereken anayasa değişikliği adımını, henüz altyapısı hazır olmasa dahi, hızlandırmıştır. Bunun neticesinde MHP ve Ak Parti uzlaşma sağlayarak Meclis Başkanlığı’na bir anayasa değişikliği teklifi sundu. Teklif hem Anayasa Komisyonu’nda hem de Meclis’te genellikle olduğu gibi kavga ve gürültülerle oylandı ve halkoylaması için yeterli çoğunlukla geçti.
Öncelikle bu anayasa değişiklik teklifindeki uzlaşmayı tam bir uzlaşma saymamak gerekir zira taban olarak birbirine yakın iki partinin son dönem şartlarının gerektirdiği zorunluluk çerçevesinde gerçekleştirdiği bir uzlaşmadır ve halen güçlü bir muhalefet ile karşı karşıyadır. İçerik olarak bakıldığında da ciddi anlamda eksiklikleri bulunmaktadır ve beklentileri yeterince karşıladığı söylenemez.
Elbette 1982 Anayasası kötü bir anayasadır ve pek çok kişi tarafından değiştirilmesi gerekliliği çok uzun bir süredir dillendirilmektedir. Ak Parti de ilk yıllarından beri köklü bir anayasal değişim gerektiğini söylemektedir. Pek çok sorunun kaynağı olan bu darbe anayasasından kesinlikle kurtulmak gerekmektedir. Hem de çok yönlü değişiklikler yapılarak kurtulmak gerekmektedir. Oysa mevcut teklife bakıldığında yalnızca yürütmenin güçlendirildiği, demokratik iyileştirmelerin, bireysel özgürlüklerin, bozuk seçim sisteminin ve daha pek çok sorunlu konunun es geçildiği görülmektedir. Yalnızca yasamanın elindeki gücü artırmak yazının başından beri savunulan güçler ayrılığı ilkesini ve hukuk devleti ilkesini ikinci plana atmış olmak anlamına gelmektedir. Doğruya doğru diyemediği zamanlarda muhalefetin eleştirilmesi gerektiği gibi, hükümet görüşüne yakın kişilerin de yanlışa yanlış diyebilen insanlar olması ve her yapılan değişikliğe körü körüne bağlı olmaması gerekir.
Anayasa bu haliyle değişirse beraberinde doğabilecek pek çok sorunun cevabını verememektedir. Yürütme yetkisi sürekli el değiştirebilen bir yetkidir ve bir başka seçimde el değiştirdiği vakit uygulayıcılar ellerindeki bu gücü sevmedikleri bir gruba yasal olmayan bir şekilde yöneltebilirler. Bu grup etkinlik olarak çok da güçlü olmayan zayıf bir grup da olabilir ve sesini yeterince duyuramayabilir. Böyle bir durumda yargı, bu gücü yeterince frenleyebilecek güçlü bir yapıda olacak mıdır? Diğer yandan yürütmenin sevmediği bu yapı gerçekten suçlu dahi olsa elinde bu denli bir güç bulunan yürütme yapısı olması gereken cezayı elindeki güç ile kendi kesmeye kalkarsa hukukun çok temel ilkelerinden birisi olan “hâkimin kendi davasına bakamaması” ilkesini çiğnemiş olmaz mı? Bu ilkeyi çiğnediğinde yargı gücü hükümete nasıl bir yaptırım uygulayabilir?
Ülkemiz özellikle 2000’li yıllar öncesi popülist politikalardan çok çekmiştir. Bunun neticesinde siyaset güvensiz bir kurum haline gelmiş, Ak Parti’nin ilk dönemlerinde bu sarsılan güven bir nebze yeniden kazanılmıştır. Ancak eğer yargı ve yasama, yürütme karşısında ciddi anlamda etkisizleştirilirse siyasete olan güven yeniden sarsılır mı?
Muhakkak ki terör örgütleri ile mücadele kolay bir iş değildir. Ancak bu mücadelenin önemli bir ayağı da güçlü ve bağımsız bir yargı sistemidir. Tüm suçlarda olduğu gibi teröristin cezalandırılması konusunda da karar verici yargı sistemidir. Terörist olan bir yargı mensubu bile olsa yürütme değil yargı sistemi ceza veren olmalıdır. Eğer yargı sistemi tümüyle teröristleşmiş ise -ki ülkemiz için bunu söylemek mümkün değildir- o halde buna müsaade edenler halk tarafından seçim yoluyla sanık sandalyesine oturtulmalı, yeniden yapılanma planları, oluşturulacak yeni bir yapı tarafından verilmelidir.
Sonuç olarak bu sorunun temelinden çözülmesi için atılması gereken adım: Hukuku diğer güçler karşısında güçlendirecek ve üstün kılacak formüller geliştirmek, şu anda yapılanın aksine hukuk sistemine daha fazla güvenmek ve bir taraftan sorunlu olan yasaları da hızlı bir şekilde düzeltmek olmalıdır.
Ortada ciddi bir suç vardır ve haliyle bu suçla mücadele etmek için gerekli yasal düzenlemeler yapılmaktadır. Ancak öfkeyle atılmış adımlarla ve ilerisi düşünülmeden verilmiş kararlarla yasalar çıkarılırsa belki o suçtan daha tehlikeli sonuçların bile doğması mümkün olabilir.
Tartışmalar arasında dikkate alınması gereken önemli bir sorun atlanmaktadır. Hükümetin elinde yeterince sınırlandırılmamış bir güç olursa bu ileride önemli bir tehdit haline gelemez mi? Keza ülkemiz tarihimizde yürütme gücünün hukuksuz pek çok uygulamasının ciddi zararlarını yaşayarak görmüştür. Yürütme olur da yargı yerine geçerse buna izin verilmemelidir. Zira böyle bir şey bağımsız yargıya açıkça müdahaledir ve başta vurguladığım yargılamaya müdahale suçu kapsamında değerlendirilmelidir.
Anayasamızda görüldüğü gibi 2. maddede “Hukuk Devletidir” yazması nasıl hukuk devleti olmamıza yeterli değilse; 9. maddede “Yargı bağımsızdır” yazması da yargı bağımsızlığı için yeterli değildir. Yapılması gereken aslında bugün yapılanın aksine yukarıda anlatılanlardan anlaşılacağı üzere yürütmenin elindeki gücü ciddi anlamda sınırlandırarak, yargının elindeki gücü artırmak olmalıdır. O zaman ülkemiz daha sağlam temeller üzerinde sorunlarla köklü mücadelelere girişebilir.