"Enter"a basıp içeriğe geçin

Madde, fıkra; yalan, riya ve iftira!

Her rüzgara aldırmamalı insan. Kendince değerleri olmalı belki. Rengarenk açan çiçekleri koklarken dost oluverene riyayla yaklaşmamalı. Bir sözü mertçe yerinde günüyle zamanı gelince söylemeli.

Tarih bu topraklarda kendi denkleminde zaman ve mekan farklıyken hep tekerrür etti, ediyor ve edecek. Çünkü daha yeni bir türkü okunmadı, yeni yazılar yazılmadı bir hikayesi yok. Sağından tutun solundan alın yaşamın hepsi birbirini eşitler. Hep aynı kaktüs çiçeği, dikenli ama gül gibi fakat dikenli, onu bunu bilmem bunlar kaktüs çiçeği nafile. Hasan hatıra defterine yazılı Ali’nin isminin altını değil üstünü çizmişti, aslında çizen Hasan değil Ali’ydi. Elini kaldırdı Hasan öğretmenim ben gidiyorum artık demekle yetindi. Nereye diye sormadı hocası. Bilmiyordu gittiği yeri ama farkındaydı neden gideceğinin. Hasan’ı teneffüs arası aldı odasına hayatta her zaman öğrenci olduğunu hatırlatıverdi sonra sarıldı boynuna ağladı.

Bir gazeteciyi meydanlarda yuhalatan… Madde bilmez fıkrasız kimselerin toplamının artılı sembolüydü iftira. Anayasanın kaçıncı maddesinin bilmem kaçıncı fıkrası gereğince artık fazlasıyla trajikomik yaşadığımız hayatlar. Hasan gitti ne oldu? Ali’nin isminin çizilmesi yüreğine mı dokundu? Buralar hep aynı, rüzgar arada farklı eser yönünü pusulayla değiştiren olur o kadar. Ötesi bilindik ezber. Bunun dışına çıkamaz, toplamı riya, yalan ve iftirayla dolu olan bizlerin para pazarında. Öyle yok iki kuruşa bir ekmek. Ekmek bile yok madde bilen, fıkra ezberleyen aklı selim dürüst yurttaşa. Hem bizim pazarımızın adı sanı riya riya riya. Hatır kalır diye devreye sokulur iftira.

Aynı çaydan yudumlamış olan Hasan dost adlı simsarı öğreniyordu uzaklarda. Hakaretlerin gün ışığında iftirasıyla güneş doğuyor Ali’nin. Sabah bir kitap, akşam bir film ve öğle bir sohbet o kadar yetmez miydi! Galiba ufkunu açardı bunlar Ali’nin aldı elindeki gazeteyi yere fırlattı sonrası bariz ortada.

Ortalaması yoktu artık, ya sağdan yürüyecekti hasan ya soldan, ya da cehalet simsarlarından epey uzağa, imkan bilinmez ya. Ne sağ kaldırıma hakim, ne de sol kaldırımı seven Hasan ortasında yürüyordu yolun, çocuklar ezilmesin diye epey çaba harcamakta. Ama küfürler, hakaretler, iftiralarla harcanıyor kendisi, olsun diyor. Ortasını bulalım da şu trafik dursun bir her iki taraftan gelen arabalar bir nefes alsın, şoförler iki muhabbet etsin ortak bir yol bulunur. Ama durmuyor, duran yok. Hukuk yok, madde bitmiş, fıkralar sadece Nasreddin Hoca’dan kalma. Ölmesin yaya, şoför ve hatta düşman diyen hümanist ‘insan’ Hasan yağmada, paldır küldür yediği tokatlar atılan iftiralarla kendini salıverdi balkondaki ipe… Sonsuzluk mezarında yatıyor şimdi. Maddenin olmadığı, fıkranın unutulup riyayla harmanlanmış cehennemden şimdi çok uzaklarda. İpe gitmeden önce küçük bir not bırakmış Hasan.

Babası daha önce hiç hatıra defterini açmazdı, oturdu karşısına dik dik baktı gözlerine. Ali’ye okur gibi okuyor.

“Madde, fıkra; yalan, riya ve iftira!

Kusura bakma dostum, Simavi’nin hatırası kalemden yana yatık düze eğik yazamadım. Ben sana değil senin gibi cahillere derdimi anlatamadım. Ortalaması çökmüş senin gibi divaneleri dost bilip kandım. Yandı yüreğimde sana dert olsun diye ağlamadım. Başı madde ortası fıkra yasası riya hikayesiyse yalan iftiracıya pabuç bırakmadım. Ben yandım da sözüne değil hödüklüğüne riyana kandım.” Babası Hasan’ın notunu bağrına basıp elindeki ipi boynuna geçirmişti, sonra ansızın vazgeçti. Yaşadıkça yaşayacaktı Hasan’ı. Elindeki çaresizliğe bağırıyordu Hasan’ın babası, son kez anlından öpüp trafiğe çıkmıştı onca kazaya rağmen, bir daha olmasın diye…