"Enter"a basıp içeriğe geçin

Kentimize Neden Saygı Duymalıyız?

Kent, sözlük anlamında sanayi devrimi sonrasında gelişen sosyokültürel etki altında kırdan göç alan, kültürel açıdan çok çeşitli kozmopolit yapı olarak tanımlanıyor. Fakat kenti anlamak için sözlük anlamına bakmaktan daha çok kentlerdeki hızlı nüfus artışı ve sanayileşmenin beraberinde getirdiği birçok probleme bakmak gerekiyor. Bu problemlerin başında, ne yazık ki toplumsal açıdan bakıldığında tepkisiz kalınmaması gereken fakat hiç tepki çekmeyen bazı olgusal yozlaşmalarımız var. Örnek vermek gerekirse: Engellilerin toplumdan soyutlanması (her açıdan), toprağa verilen inanılmaz tahribat, uygarlığın temelini oluşturan enerjiyi israf etme, doğayı insana küstürme politikaları, bizim toprakta bıraktığımız çirkin izleri kapatan yeşilliklere çektirdiğimiz cefa… Bunlar ve bunun gibi bilmeyerek ya da daha çok bilmek istemeyerek oluşturduğumuz problemlerin belki de en ağırı ne yazık ki bizzat kendimize verdiğimiz zarar. Bu zarar, sadece iş imkânı yüzünden kontrolsüz ve plansız gerçekleşen göçler neticesinde kendini tanımlayamayan gençlerden oluşan: “Kendine Saygı Duymayan İnsanlar Topluluğu’dur.

Kent yaşamının ayrılmaz bir parçası olan hatta kenti kent yapan ana unsur göçler neticesinde ailesine mi yoksa çevresine mi göre hareket edeceğini dengelemeye çalışırken kültür kimliğini oturtamama problemi yaşayan bazı gençler; hiçbir zaman kendini kendine beğendiremiyor. Sahip olduklarıyla yetinemiyor. Her zaman başkasının saç şekli ona daha güzel geliyor hep başka ebeveynlerle büyümek istiyor hep başka yerlerde yaşama hayali kuruyor. Bu kendine saygı duymayan gençlerimiz ne yazık ki kendisini başkalarından hep bir adım geride görüyor. O gençlerimiz başkaları karşısında kendisini hep daha başarısız, daha güçsüz, daha çirkin, daha az sevilen gibi hissediyor. (Ki sadece gençleri ele almak da bu problemi tam olarak yansıtmasa da sonradan benliği bozulan bir orta yaşlı, yaşamının ileri dönemlerinde özüne dönebilirken asla tam olarak oturamamış bir benliğe sahip gençlerin ne yazık ki böyle bir avantajı da yok.) Bu hissi o gence anlatmak ve nasıl bu durumdan kurtulacağını göstermekte geç kalındığında o his bazen o kadar korku haline dönüşüyor ki, o hissi yaşayan birey maalesef kendi “Ben’inden” dahi korkar oluyor. Kendi “Ben’inden” korkan bir genç, sosyalleşmek için başka insanlarla tanışırken onlara kendi korktuğu “Ben’i” değil, hep hayalini kurduğu başka “Ben’lerin” kendi “Ben’i” üzerindeki yansımasıyla tanıştırıyor. Oysa ki asıl problem tanıştığı insanlara tanıttığı başka “Ben’lerin” bir açığı bir eksikliği ortaya çıktığında, kendi “Ben’inin” dahi bir şey yapamaması. Önemli olan kentlerin sadece doğaya verdiği, denizlere, okyanuslara verdiği, atmosfere verdiği, toprağa verdiği zararı fark etmek, sorgulamak değil. Önemli olan kentlerin doğaya, denizlere, atmosfere, toprağa zarar veren nesli nasıl yetiştirdiğini sorgulamaktır. Çünkü kentlerdeki hiçbir beton yığını, hiçbir sokak lambası, hiçbir reklam panosu, hiçbir kaldırım taşı doğaya zarar vermez. Doğaya zarar veren bizzat bizleriz. Yaptıklarımıza kılıf bulmak için uydurduğumuz birkaç yalana kendimiz dahi inanmasak da maalesef inanmış gibi görünmek için uğraşıyoruz. Kentlerdeki kültürel sentezin tek yönlü zaferinin meydana getirdiği bu “Kendine Saygı Duymayan İnsanlar” yüzünden, çevremiz sorunlardan geçinmiyor. Engelliye karşı bakışın her zaman nefretle olduğu bazı yerlerde, mesela otobüslerde ne yazık ki, kendini o engellinin yerine koyabilen insan sayısı gittikçe azalıyor. Oysa o şehirde engellilere artı özellikler katacak birkaç uygulama olsa, o kimlik bulamamış gençler o artı özelliklerden faydalanmak için dünyaya engellilerin gözünden bakmaya başlayacaktır. Mesela enerji boşa harcadığımız her dakikadan da bizzat biz sorumluyuz. Bir ülkeyi süper güç yapan, savaşlar çıkartan, savaşlar bitiren şey yeraltının zengin kaynakları ya da cennetin bir köşeymiş gibi gözüken jeopolitik konumdan gelen yerüstü zenginlikleri değil; bunları sağlayan bizzat enerjinin ta kendisidir. Denilebilir ki enerji uygarlığın mihenk taşıdır. Peki uygarlığı oluşturan enerjiyi harcayarak, uygarlığımız da harcamış olmuyor muyuz? Peki evde, sokakta, caddede, parkta gereksiz enerji kullanarak o enerjiyi üretmek için çalışanların hakkına girmiyor muyuz? Ya da kaldırımda yavaş yürüyor diye arkadaşlar arasında dalga geçilen o yaşlı insanların da duyguları olduğunu bilmiyor muyuz? Tükürüğün toprağa bir fayda sağlamadığını, kaldırım taşlarını hiç mi hiç güzellik katmadığını mı anlatamadık acaba? Savaştan savaşa koşan, kan döken Napolyon’un bile çiçeksiz bir yerde durmadığını düşünecek olursak neden insanların gözündeki çiçek algısını değiştiremedik ki bugüne kadar? Ya da Aziz Nesin’in tanımladığı gibi mi tanımlamak zorundayız biz hayvan sevgisini. Aziz Nesin hayvan sevgisi hakkında bir söyleşisinde: “İnsanların insanlardan kaçışıdır hayvan sevgisi.” Der. Biz birbirimizden kaçmadan sevemez miyiz bir hayvanı?  Biz acaba biraz “Saygı” duyamaz mıyız kendimize?

Maalesef kentimize saygı duymadan, kendimize saygı duymayacağız. Çünkü: Kentimiz bizim her şeyimiz. Başlı başına enerji kaynağımız, mutluluk depomuz, ağlama odamız, saygı köşemiz, çiçek bahçemiz… Kısaca yaşam alanımız. Bu yüzden kentimize saygı duymadığımız sürece de hiçbir ilerleme kat edemeyeceğiz. Bir kente bir aile bir yerden göçtüğünde en zararlı çıkan o ilk çocuklardır. Biz bu çocuklarız. Belki bizim çocuklarımız kültür karmaşasını atlatmış bir ailede dünyaya geleceklerinden şanslı olabilirler ama bizim kendimize saygı duymaktan başka bir şansımız yok! Onun için Derya Oral’ın şu sözünü her yerde görmek isterim:

“Kendine saygı duymayan, başka kimseye, hiçbir şeye saygı duymaz.”