"Enter"a basıp içeriğe geçin

Dünya mı insana ait, insan mı dünyaya?

Ne fark eder, ne fark var?

Çok önemli bir fark var…

Eğer, insan kendisini dünyaya ait görürse, dünyaya hâkim olmaya çalışmıyor… Tabiatla savaşmıyor, dünyayı tabii halinde bırakıyor. Tabiat kanunlarına, yerkürenin kurallarına uyuyor… Dünya ile uyum halinde yaşıyor.

Yok, dünyayı kendine ait görürse, o vakit, dünyaya hâkim olmaya çalışıyor. Tabiatı kendine uydurmaya çalışıyor. Yerkürenin engebeleri ve engelleriyle, yağmuruyla, soğuğuyla, sıcağıyla savaşıyor. Tabiatı, yenilmesi gereken bir düşman olarak görüyor. Tabiatı fethetmeye çalışan bir “fatih” rolüne soyunuyor.

“Dünya mı insana ait, insan mı dünyaya?” sorgulamasını, “İsmail” adlı eserinde, Amerikalı yazar Daniel Quinn yapıyor. (Maya Kitap, 2012)

Yazara göre; insan, yaratıldığı günden, tarımsal hayata geçtiği MÖ 8000 yıla kadar, “kendini dünyaya ait” gördü. Yaklaşık 3 milyon yıl boyunca tabiat kanunlarına uydu. Onunla savaşmadı, yerküreyle uyum halinde yaşadı. Ne zaman ki “Bereketli Hilal” denilen, Fırat ve Dicle’nin suladığı, Suriye-Doğu Anadolu topraklarında yerleşik hayata geçti, o andan itibaren “dünyayı insana ait” olarak görmeye başladı.

 

Yaklaşık 10 bin yıldır da insanoğlu tabiat kanunlarıyla, yerkürenin kurallarıyla savaşıyor. Dünyayı fethedeceğim diye yeryüzünü tahrip ediyor.

x   x   x

NÜFUS ARTTIĞI İÇİN Mİ ÜRETİM ARTIYOR, ÜRETİM ARTTIĞI İÇİN Mİ NÜFUS ARTIYOR?

Kitapta ele alınan temel sorgulamalardan biri de bu!

Bize, “nüfus artıyor, onu doyurmak için de üretim artıyor” gibi geliyor.

Daniel Quinn bunun tersini savunuyor: İnsanoğlu, ihtiyaçtan fazlasını ürettiği için nüfus artıyor.

Bu neden önemli?

Dünyada yüz milyonlarca açlık-kıtlık çeken insan var. Bu insanları doyurmak için “üretimi artırmak gerek” diye düşünüyoruz. Oysa üretimde problem yok. Yeryüzünde yaşayan bütün insanlara yetecek ve hatta artacak kadar üretim yapılıyor. Mesele, üretimin adaletli dağıtılamaması ve ihtiyacı olanlara ulaştırılmaması… Sık sık dile getirdiğim gibi, anormal şekilde israf edilmesi.

O zaman, demek ki üretimin artması açlığa çare değil.

Çare ne?

Nüfus artışının önüne geçilmesi!

x   x   x

NÜFUS AZALIRSA İNSANLIĞIN SONU MU GELİR?

İlk bakışta, insana öyle geliyor değil mi? Nüfus azalırsa, git gide insanoğlunun soyu tükenir. Hâlbuki tam tersine, nüfus ne kadar hızlı artıyorsa, insanoğlu, sonuna o kadar hızlı koşuyor demektir. Çünkü dünyanın kaynakları, nüfus artışı oranında tüketilecek demektir. Zaten, kaynakların tükenmekte olduğu gözle görülen bir gerçek! Bugün yediğiniz portakalın vitamin değerinin, 50 sene öncekinin yirmide biri kadar olduğunu biliyorsunuz, değil mi?

Şimdi, hesabı şöyle yapın: Sözgelimi, portakal üretimi, yarım asır öncesine göre 10 kat artmış olsun. Vitamin değeri yirmi kat azaldığına göre, aslında üretilen vitamin, eskiye göre; yarı yarıya azalmış demektir. Üretim arttıkça “verim”in düşmekte olduğu açıktır.

Bu, bütün gıda üretiminde geçerlidir.

Üretim arttıkça nüfus artacak… Nüfus arttıkça üretim daha da hızlı artacak. Bu da dünyanın kaynaklarının hızla tükenmesi, kısa sürede bitmesi anlamına gelir. Kaynakları tükenen bir yerkürede yaşamak mümkün olmadığına göre, insanlığın da sonu gelir.

Oysa nüfus azaltılabilirse, üretim de azalacak… Üretimi artırmak için gereken sunî gübre, ilaç gereksiz hale gelecek… Aşırı kullanılmayan toprağın kendini yenilemesi, verimliliğinin uzun süreler korunması mümkün olabilecektir.

Son tahlilde, insanoğlunun soyunun devamı, nüfusun artmasıyla değil, nüfusun azalmasıyla mümkündür.

Bugünkü nüfus çok yüksektir. Bunun katlanarak artması felakettir.

Nüfus artışı, önce durdurularak, sonra da yavaş yavaş azaltılarak, 90-100 yıl gibi bir sürede, 2 milyara kadar indirilebilir. O rakamlarda sabit tutularak dünyada, nitelikli bir hayat sürdürülebilir.

Tabii bu, kapitalizmin, silah sanayinin işine gelir mi?

O ayrı mesele!

x   x   x

OLAYA İSLAM’IN BAKIŞI

Orta yolu bulmaktır…

İslam, en başta israfa karşıdır. İsrafa karşı olmak demek dünyanın kaynaklarının şuursuzca tüketilmesine, ihtiyacı olanlardan ve gelecek nesillerden çalınmasına karşı olmak demektir.

İhtiyacımız kadar tüketmek, bibakıma, “yemek için yaşamak değil, yaşamak için yemek” ilkesinin hayata geçerilmesi demektir.

Ölçüyü, Hazreti Muhammed koymuş:

“Sofradan doymadan kalkınız”!